"This is where the one who knows, meets the one who doesn't care..."

31 Temmuz 2008 Perşembe

La Mer Est Peut-Etre Vivante

"yaratırken yok edeni bağışlamıyor zaman." demiş biri, çok iyi demiş. yakınlarda okumuş olduğum bir kitaptan aklımda kalan bir cümle. kısa cümlelerden etkilenmeden edemesem de, uzun cümlelerde kaybolmaktan apayrı bir haz aldığımdan dolayı, son dönemlerde kitaplarını elimden bırakamadığım meşhur rus yazarlardan birine ait olduğunu sanıyorum.

zamanı kişileştirebilir miyiz sahiden? zamanın bir ruhu var mıdır? varsa da aslen ruhsuzdur bence zaman, veyahut ruhu alabildiğine arsızdır. senden, benden, oradan, buradan kırpar anları; öyle eliçabuktur ki yaşadığın o anları hayal sanarsın; damağında tadı kalır, zihninde kareleri, heyhat bu ikisini bir daha asla aynı şekilde bağlayamazsın. sindirmene izin vermez zaman, insanı hep ağzına bir parmak bal çalmak suretiyle hevesli, doyumsuz ve bir de şaşkın bırakır. bu öyle bir şaşkınlıktır ki, "acaba ben bunu gerçekten yaşadım mı?" dedirtir insana; sevgiliyle ilk buluşmalar, en sevdiğin grubun/sanatçının konserleri, yaşamının çeşitli yerlerine serpilmiş herhangi ilk tecrübeler gibi. demem o ki, zamanla olan ilişki de, geri kalan tüm ilişkiler gibi karşılıklıdır. zira yaratırken yok edeni bağışlamayan zaman, bizzat kendisi de yaratırken aynı zamanda da yok edişinden ötürü bağışlanamazdır.

zaman en yaşlı ve dolayısıyla da huyu en değiştirilemez olandır. bağışlanıp bağışlanmamanın da pek umrunda olacağını sanmıyorum. hayatla kanka olması ve bizim de hayata -tercihe göre- akıldan, yürekten, ruhtan veya belden bağlı olmamızdır onu böylesine küstah yapan. ona küsmenin bize yalnızca zararının dokunacağından emindir, haklıdır; zamanla iyi geçinmek kişinin her daim yararınadır.

çok çok yakın geçmişte, yanındayken zamanla çok iyi geçinebildiğim birini tanıdım. normalde anın içinde tüm benliğimle ve tümden kendim olarak var olamayışımdan beni sıyırabilen biri oldu bu kişi. çok anlamlı birkaç aynılığı paylaşıyor olma tesadüfünün keşfi keyfine nail oldum, yanında oldukça mutluydum. elbette tüm bunlar güdülerimin beni zaman zaman yanılsamalara sürükleyen atıflarından biri daha olabilir. esas patron evrenin taşeronu olan zaman, ileride gerçeği gösterecektir.

neyse...

bir kişiden söz ediyordum; kendisiyle barışamamış, yine de kendini kabullenebilmiş, rahat olan ve rahat ettiren birinden. algıları açık, duyuları hassas olanlardan bu birisi; tam yaratırken yok olmasına sebep olan tüm diğer etmenlerin yanında zamanı da bağışlamamı zorlaştıracak kadar merakımı kamçılı, kareleri aklımda, keyifliliğinin tadını damağımda bırakan...

10 Temmuz 2008 Perşembe

Zamanın Dönüştürerek Düşündürdükleri

"kırgınım, ama yine de gel. gel, çünkü çocukluğa ait o içten gülümseyişin bana nefes aldırıyor, acısız. kızgınım; olsun, sen yine de gel. bana bakma; biliyorsun ki arada gidip geliyorum, zaman zaman seninle alakalı olsa da çokça senden bağımsız. soruyorsun, ama ben cevaplayamıyorum; kim bilir belki de sana yumuşak karnımı göstermeye çekiniyorum. sen yine de sormaya devam et, çünkü gün gelip de sormaz oluşundan da korkuyorum. gelme desem de sen yine de çal kapımı; ben en çok senin kapımı çalışını seviyorum. gel ve bana bensiz geçen günlerini anlat; ben uçarı sesinde yaşama sevinciyle bağlantı kuruyorum. yargılarından, planlarından dem vurmadan gitme sakın; özgüveninde karar vermeyi öğreniyorum."

21.05.2008 tarihinde ortaokulvari duygularımın işbu şekilde olduğunu, gönderiler arasında duran bir taslaktan öğrendim. insanın neye/kime nasıl inanmak istiyorsa öyle inanması ne kadar da garip. hayatımıza alıp, yaşantımıza kattığımız insanların aslında kendileri değil de ihtiyaçlarımızın yönlendirdiği inançlarımızda vücut bulan, gerçekliği saptırılmış figüranlar oluşları ne acı. ilk bakışta yalnızca ilginç aslında. acı bir hal alışı hem iğneyi hem de çuvaldızı ilk önce kendimize batırışımızla başlıyor. tarafların açılarından bakmaya başladığımızda, kendimizin de yaşantılarına alındığımız insanlar için birer saptırılmış gerçeklikten ibaret olduğumuzu anlıyoruz. bu noktada süperegomuzun öfkesiyle kıvranıyoruz, zira içten içe doğruyu biliyor olmak eski köye getirilen yeni adetin sancılı adaptasyon süreci gibi bir şey. "ben şöyle böyle yaptım, buna rağmen karşılığında şunu bunu yaşadım." şeklindeki çemkirmelerin altında yatanın; evdeki hesabı çarşıya uyduramamak, yani manipülasyon çabamızın başarısızlığı anlamına gelişi, her birimizin gönlünde yatan aslan olan 'dünyayı kurtaran insan evladı' olmak tutkusuyla örtüşmeyen, yüzleşmesi ve kabullenmesi oldukça zor bir gerçek. örneğin yazının başlangıcındaki, vakt-i zamanında dışa vurmuş olduğum duyguların öznesi olan şahıs, hayatıma alelade bir şekilde girmiş, ilişkinin devamında da davranışlarında hiçbir olağanüstülüğe rastlanamayacak bir kişidir. yaşanılanlarda ise hiçbir eşsizlik, benzersizlik ve alışılagelmişin dışındalık yoktur. hatta aksine, beni yormuş, yıpratmış, değişkenliğiyle aptallaştırmış, tutarsızlığıyla şaşırtmış, duyarsızlığıyla kırmış ve hoyratlığıyla hırpalamış bir er kişidir. varlığının tüm bu katma değersizliğine rağmen, yokluğu sanki bir boşluk yaratıcakmışçasına, söylemimde kendisine git desem dahi içten içe yine de gelmesini dilediğime yer vermişim. bu histerik arzunun meali aslında "rica ediyorum beni yanılgımla baş başa piç gibi ortada bırakma ve hatta mümkünse bana yanılmadığımı kanıtla." dır. heyhat sana hiçbir şey vaat etmemiş birinden ortada kabak gibi duran gerçeğin aksini kanıtlamasını nasıl isteyebilirsin? bunu neden yapsın? ayrıca senin onu alıp koyduğun yere ait olmak adına en ufak bir çabası olmamışsa, bu tepeden inme sıfatlarla cüretkarlaşmasına nasıl kızabilirsin? bir hikaye yaşamak isteğiyle onu yazmış, roller biçmiş ve oyunu kendi kendine sahnelemiş bir insan olarak, onu yargılama hakkına sahip olduğumu iddia edebilir miyim? hiç sanmıyorum. fiziksel varlık yetersiz gelmiş ve üzerine anlamlar yükleme ihtiyacına kapılmışsam, zaten daha işin en başından beri olagelen bir eksikliğin varlığı ortaya çıkıyor. ben bu eksikliği gerçekten görmedim mi yoksa görmezden mi geldim? cevabı sıkıntıya sebebiyet veren esas soru da bu zaten. yanlışı yanlışla kapatmak; sınır koymamış olmana rağmen, sınır ihlallerine kızmak... vah bana vahlar bana!

bilinçaltında nihilliğinin tamamen farkında olmasına rağmen, benliğini şekillendiren dış etmenler dolayısıyla narsistliğinden ödün vermeyerek, arzulanan sıfatlara/yerlere/kişilere sahip olabilmek adına, zaman zaman soytarılık derecesinde pragmatik yaklaşımlarla kaotik bir kısır döngü yaratmış sersem ve gülünç yaratıklarız biz insanlar. kabaca "ben seni şöyle çok, böyle güzel sevdiğim ve bu nedenle şöyle büyük böyle iyi şeyler yaptığım için sen de beni sevmelisin, sevmiyorsan insan değilsin." gibi.

dünya artık herkesin kapısının önünü süpürmesiyle temizlenmekten çok uzakta; dolayısıyla "öyleyse ne yapılmalı?" sorusunun cevabını soruyu soran olduğum için bana değil, kişilerin bizzat kendilerine sormalarını rica ediyor; elini taşın altına sokmaz bir profil çizerek, bu yazımı havada kalmış lakırdılar topluluğu halinde bırakmak suretiyle sonlandırıyor ve kafayı vurup yatmaya gidiyorum.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

7 Temmuz 2008 Çarşamba gecesi halet-i ruhiyesi

hayret verici şekilde serin bir İzmir yaz gecesi. balkonda oturmaktayım ve hayret verici şekilde iyi hissetmekteyim kendimi. bir şeyler yazmak istedim öylesine laflamak suretiyle. james la brie NY şehrinin sokaklarında yağmurun yağmakta olduğunu haykırıyor. bu durum beni hiç ilgilendirmemesine rağmen ilk bu şarkıyı açtım. balkon masasının üzerinde geçen gün satan çocuğun içime dokunuşundan dolayı satın aldığım bir saksı fesleğen bitkisi var. 2-3 gündür eve uğramayışım yüzünden susuz kalmış; süngüsü düşük. bozuk atmak hakkıdır, zira kendisine ölüme terk edilmişliğin bir ön izlemesini yaşattım. sulayayım dedim, taşarak bilgisayarımı ıslatmak suretiyle intikamını alıyordu az kalsın. klavyede L harfine zor basılıyor. L tuşunun tribi kime ve neye onu kimse anlamadı. üstüne üstlük az önce sigara dudağıma yapıştığı için parmağımı ve masanın örtüsünü yaktım. nescafem, soğuk suyum, sigaram halihazırda masa üzerinde mevcudiyetlerini koruyorlar. ha bir de 24 saati aşmış bir uyumamışlık halindeyim.

konuya giriyorum: aklımın okunabilinmesini talep ediyorum. (hafif hafif esen meltem ve getirdiği nefis fesleğen kokusu: sanırım aramızdaki buzlar yavaştan çözülüyor.) evet evet akıl okuyabilmeyi değil, tam aksini istiyorum. bu neyi değiştirir kimse bilmiyor. aslında anlamsız bir istek bu; sebebi sağır sultanlara deveye hendek atlatmaya eşdeğer bir efor sarfıyla dil döküp durmak suretiye laf anlatma çabasının yılgınlığı sanırım. bazı insanların tek kulakları olmalı ki anlatılanlar diğer kulaktan çıkamasın.

söylemeden geçemeyeceğim; bütün fransız şarkıcılar birbirleriyle düet yapmak zorunda değiller. biri bunu onlara söylemeli. calogero ile yaptığı düette "y'a pas un homme qui soit né pour ça." diyor florent pagny. insanın neyi yaşamak için doğmuş olup olamayacağının kararını verecek kişinin kendisi olduğu yanılgısına nereden kapılmış acaba? gerçi savoir aimer albümüyle ortaokul yıllarımın her gecesini istisnasız gözyaşlarıyla doldurduğu dönemlerde kendisine karşı oluşturduğum hayranlık, charles aznavour ve daha pek çoklarının birlikte seslendirdikleri "pour toi armenie" adlı şarkıyı duyduktan sonra net bir şekilde antipatiye dönüşmüştü. yani bu hususta benim gibi alelade bir vatandaşla aynı vasıfsızlıktayken, ne diye böyle işlere kalkışmış(lar) aklım almakta zorlanıyor. ama en büyük hayal kırıklığım; çocukluğumun ve kuvvetle muhtemel geri kalan tüm yaş dönemlerimin en sevdiğim müzikali olan "the sound of music" in erkek başrol oyuncusu olan christopher plummer' a yine charles aznavour' un yazıp, yönetip, oynadığı aynı amacı güden ve pek de eski bir yapım olmayan -adını an itibariyle hatırlayamadığım- filminde rastlayışımdı. bir anda dünyam başıma yıkıldı ve gözyaşlarıma hakım olamadım. bir sanatçının taraflılığı ne büyük bir hıyarlıktır şahsımca. aklımı okuabilenler olsa ve burada hayal kırıklığına sebebiyet veren durumun bir türk olarak hayran olduğum insanların ermeni soykırımının varlığına inanmalarına ve bunu savunmalarına içerleyişim olmadığını açıklamaya gerek olmasa ne güzel olurdu. körü körüne inanışlar ve muammalar üzerine iddialaşmalar bana göre değildir.

uykusuzluk zurnamın zırt demeye başladığı şu anda; çaktırmadan gözlerini dinlendirmekte olan beynimi bir şeyler düşünmeye zorlamamın altında yatan psikolojik problemimin ne olduğunu da merak etmiyor değilim hani. ezanı dinlemeden uyursam bir daha uyanamayacağımı sanmak gibi bir saplantıya saplanmış olabilir miyim acaba içten içe, kendime bile çaktırmadan?

öyleyse 'the sound of music' müzikalindeki en bir pek çok haz ettiğim şarkıyla blogumu sonlandırmak isterim.

christopher plummer & julie andrews (filmde kızıyla söylediği sahne tercihimdir.)

-edelweiss-

Edelweiss, Edelweiss
Every morning you greet me
Small and white clean and bright
You look happy to meet me
Blossom of snow may you bloom and grow
Bloom and grow forever
Edelweiss,Edelweiss
Bless my homeland forever...