"This is where the one who knows, meets the one who doesn't care..."

12 Mart 2009 Perşembe

İç Kusmuğu

gerçekler hayallerle mi vardır, yahut hayaller gerçeklerle? hangisi hangisini yumurtlar? hayallerimiz gerçeklerimizden mi beslenir veya gerçeklerimizi hayallerimizle mi besleriz? hatta ikisi de mümkün müdür ve kişiden kişiye değişiklik gösteren bir durum mudur bu?
sanki biraz öyle gibi...çünkü içimden bir ses diyor ki, sanki ben birinci gruba dahildim ve ikinciye doğru -en azından zihinsel anlamda- emin adımlarla ilerlemekteyim. hımm.. -ve ardından ultimate observer' ım hemen olaya müdahil olur. (işi bu)- şans faktörü var bir de bu işlerde etkili olan değil mi? ilginç olan şey gerçekten ve tamamiyle hiçbir şeyin umrumda olmayışı artık. çekip gidesim var ve içsel hiçbir korkum yok halihazırda beni gidebilmekten alıkoyabilecek. zor olacak; zor olmalı zira, benim durumum koşullarında öyle. özgürlük hayali kuran esir pozisyonundayım biraz. birkaç prangam var şikayetçi olmadığım, elden bir şey gelmeyeceğinden ötürü. önce memleketime dönmeliyim belki. hem orası rahat ve güzel olan bir şehirdir; kendimi güzel hissettirir. kendimi kapatmalı, yapmam gerekenleri yapmalı, prangaları çözmeli ve yüreğim ferah gitmeliyimdir belki de.
hemen şu an gidemeyecek olma olasılığım katiyen canımı sıkmıyor. gerçekleşen kötü pek çok şeyin pek çok kereler "böyle olması ne iyi olmuş." dedirttiği oldu bana. elbette üzerinden geçen zamanın ardından böyle oldu bu. hiçbir zaman direten biri olmadım. bu özelliğim kafayı kırmaktan çok kereler kurtarmıştır beni. bu huyumu da nuh deyip peygamber demeyen annemin otoriter ebeveynliğine ve burnu düşse eğilip yerden almaz kibirli yaradılış özelliğimin işbirliğine borçluyum; ikisine de teşekkürlerimi sunuyorum. annem otoriterdi de, diktatörlüğe vardırmış değildi hiçbir zaman olayı; bunu belirtmek gerekir. annemi çok severim.
annemle mesela pek direkt duygu ve düşünce paylaşmayız biz. şöyle ki; yukarıda bahsettiğim durumda, annem benim gitmek istediğimi çok iyi bilir. koşullar müsade etmediğinden -başka hiçbir şey değil- gitmemi istemez ama asla bana gitme demez. bense gitmemem gerektiğini bilirim ve şansımı zorlasam elinden geleni yapacağını bilsem de, asla böyle bir talepte bulunmam. ikimiz de bunları çok iyi bildiğimiz için kendini zorlamamalıdır; gereken neyse onu yapacağımı ve bir kez bile surat sallamayacağımı bilmelidir. bu benim ona karşı asla geri ödeyemeyeceğim gönül borçlarımdan yalnızca çok ufak bir tanesinin karşılığı olacaktır ve hayalimi erteleyip kalmayı seçmem -kim bilir- belki de mahçubiyetimi bir parça azaltacaktır.
kafası bulutların üzerinden katiyen inmeyen ama ayakları da asla yerden kesilmeyen biri olarak şapkamı önüme alıp bir düşündüğümde, neyin nasıl olacağını öngörebilmek için kahin olmama gerek yok. kalmam demek işbu halde bir taşla beş kuş vurmak demek. gereksiz (tam manasıyla) bir grup insanın üzerlerine vazife olmayan konuşmalar yapacağını, annemin ve kardeşimin bir parça daha güçsüz ve daha yalnız hissedeceğini, aklımın burada kalacağını ve bu sebeple huzur bulamayabileceğimi biliyorum. kendime maksimum iki yıl veriyorum. hemen gidebilmek kim bilir ne harika olurdu, ama kalmak gitme trenini kaçırmak demek değil. gideceğim...
iki yıl sonra 25-26 yaşlarında olacağım. bence gitmek için muazzam yaşlar. hiç yaşlanmayacakmışım gibi geliyor bana, bir yanım hep yaşlıydı zira. ve bir yanım ciddi kafadan kontak ve bu da bana yaşlanmayacakmışım gibi gelmesine sebep olan bir diğer şey. eheh ne ironi. bir üçüncü gelip-giden özelliğim de çok sıradan bir insan olduğum. bu biraz korkutucu da olsa, pek inandırıcı değil. çok fazla zıtlığı barındıran bir bünyeyim ve kendimi bildim bileli 'normal' olmayı diledim. hımm kime göre, neye göre pek tabii.
çok çabuk alışıyorum, hem varlığa hem de yokluğa. geçen gün, 2-3 ay sonra yaklaşık beş yıldır tek başıma oturduğum evi (mabedim) boşaltmam gerektiği dank etti kafama, içim de cız etti. bir milyon anım var bu evde; sadece en çok sevdiğim insanların girebildiği bu yerde yaşanan bir sürü şey ve onların izleri var, her şeye şahit olmuş eşyalarım var. en önemlisi ise yalnızlığım elbette. tek başınalığa o kadar çok alıştım ki... gelgelelim bu hafif yollu depreşimin hemen ardından hangi eşyaları yanıma almalıyım, hangilerini atmalıyım, almama gerek olmayanlar kimin işine yarar tarzında düşüncelere gark olmuştum bile. ahah... iyi olacağımı biliyorum çünkü. bu evde yalnız olmamın ve bunun bilinmesinin iyi olmadığı durumlar var, bu kadar yalnız olmanın bünyemde kök salmış kötü etkileri var, sırf bu evde yaşananlarla bende derin izler bıraktıkları için kurtulamadığım hayaletler var. bu evin kapanması, içimde yeni bir sayfanın açılması ve -e bilemediklerimden kurtulmam demek. anlayacağınız, bardağın dolu tarafı bana güç veriyor. bunlar iyi hanesine yazılabilecek ama iyimser olmama yetmeyecek şeyler tabi. gittikten sonra yeni düzene alışmam muhtemelen bir ayımı alır en fazla. her şey yolunda giderse ne ala, gitmezse de bakılacak artık ne yapılabilir diye.
böyleyken böyle işte...
içimi döktüm rahatladım.
su?

itiraf dat kam

erkek eli denilen şeyleri çok beğeniyorum, seyretmeyi çok seviyorum.

3 Mart 2009 Salı

LafLafLafLaf

her şey çok belirsiz. ne olacak ki acaba önümüzdeki hafta mesela? hayat hep bayat mı? anlar birbirlerine eklenerek yıllaşıyorlar mı? ben her gün değişiyorum; haftada en az bir gün kendimden uzaklaşıyorum, bir diğer günde kontrolümü kaybediyorum, ertesi gün kendimden nefret ediyorum, öbür gün çok sıkılıyorum, başka bir günde saçma derecede neşeli oluyorum, uyuyamadığım gecelerin uyandığı günlerde ruhsuz, o günün uykusuzluğuyla daldığım derin uykunun kabuslarıyla, o sabah gözlerimi odama mutsuz açıyorum. hafta bitti galiba?!
yaşadıklarıma tamamen yabancı dostlarımın düşmanca eleştirilerine maruz kalıyorum. yaşadıklarımın ve yaşamakta olduklarımın tümünü bilen kimse yok ve artık içimdekilerin bir kısmını bile anlatma ihtiyacı duymuyorum.
bir kitap okuyorum; adı dört ziyafet, yazarı da meir shalev. kendimle ilgili hislerimin çok güzel bir anlatımı var kitapta:
"bir kadının hamileyken rahminde barındırabileceği her şey, acılar, anılar, pişmanlıklar, bir adamın kemikleriyle kaslarında saklıdır. o asla şişip kabarmaz, asla bir çocuk dünyaya getirmez, yalnızca içten içe katılaşıp ağırlaşır, içini taşla doldurur, karnına bir taş, bir taş daha, bir tane daha ve doğuramadığı o çocuklardan ötürü adam bir taş ocağı haline gelir."
erkek doğmalıymışım dediğimde şaka yapmıyorum aslında. bildiğim ve bilmediğim birçok sebepten ötürü kaskatıyım. halbuki ağlamanın veya sızlanmanın ayıp, kötü, saçma ya da yanlış olduğu öğretilerek büyütülmedim. inat ettim belki de kendi kendime. bir çocuk doğurunca geçecekse, geçmesin. çocuğumu kurtuluş olarak görmektense hiç anne olmamayı tercih ederim.
yeni doğmuş bir çocuğu gördüğümde hep ağlamak geliyor içimden. acaba bununla mı alakalı? belki de yeni doğanlar için acı çekiyorumdur, pek iyimser biri olmadığım için...
bugün günümün çoğu sokakta geçti ve farkettim ki fark edilir derecede kendi kendime konuşuyorum yürürken. kendi kendime değil aslında, kendimle ayrı biriymiş gibi ve geri kalan her şeyle konuşuyorum. bir anormallik midir bilmem ama sesli konuştuğum için dışarıdan öyle göründüğü kesin, gülüp durmam da cabası.
geçen gün aldığım tavuğun kemiklerini ayırmıştım kedilere vermek için. yeterince bakımsız bir kedi bulana kadar bayağı bir yürüdüm. halbuki dünyanın en naif düşüncesiydi bu; arkamı döndüğüm an 20 tane kedi olay mahalline üşüşecekti ve benim sıska kedim yine aç kalacaktı. doğanın kanunlarına göre yok olup gitmesi gerekiyor değil mi zayıf halkanın? ve demek ki hepimiz ne kadar da güçlüyüz. bu düşünce beni güldürdü. erkekleşen kadınlarımız ve kadınlaşan erkeklerimizle gerçekten çok garip ve ürkütücü değil miyiz? neyse... kedilere laf atıyordum yürürken "eüü tipsize bak!" filan gibi. bir an aklıma kedinin birinin de içinden: " hadi len sen kendi tipine bak!" ya da " sen beni bir de önceki hayatımda görücektin şekerim; sana 10 basardım!" demekte olabileceğini düşündüm. hayvanlarla laf dalaşı yapabilsek bayağı komik olabilirdi gibi.
benimle susup oturabilecek sükunet sahibi birini istiyorum yanımda, pire için yorgan yakmayan, basit mevzular için ortalığı velveleye vermeyen, çok fazla şaşırmayan, suskunluk anlarında aklıma konuşacak bir şeyimiz yok düşüncesini getirmeyen, sakin, tane tane konuşan ve sorulara net cevaplar veren biri. "bilmiyorum."u da bünyesinde barındıran net cevap tanımı bana her zaman susarken işlemeye devam etmekte olan bir kafanın göstergesiymiş gibi gelir. gözlemlemeyi ve -yanlış veya başkalarınca alakasız da olsalar- tespitler yapmayı pek çok sevdiğimi söylemiş miydim? her neyse, böyle biri hem yalnızlığımı bozmayarak beni korkutmaz, hem de yalnızlığımı paylaşarak biraz daha sakin ve dengeli kalmamı sağlardı.
buradan gitmek istiyorum bir de; öyle ya da böyle gideceğim hatta. mutlaka bir yere ait hissetmeliyim duygusuna sahip değilim ama burada iyi de değilim. hiçbir yere derhal kök salma isteğim yok ve aradığım ideal olanı bulmak değil. kendimden başka güvenecek hiçkimsenin ve alıştığım hiçbir şeyin olmadığı bir yerde kim olacağımı görmeyi istiyorum. bilinen çözümleri öğrenerek, bildiğim bir düzene entegre oluvermek istemiyorum. böyle bir olasılıktan da kaçıyor değilim ama istediklerimin gerçekleşeceklerinden de eminim.
laflarımı dizdim, uyumaya gidiyorum.