"This is where the one who knows, meets the one who doesn't care..."

27 Mart 2008 Perşembe

bahsettiğim nefret midir? - hayır...

nefret... neden nefret ediyoruz? ya da ediyorum diyelim... insan ağzından çıkan kelamlara dikkat etmeli aslında. büyük konuşmak ve akabinde tükürdüğünü yalamak durumunda kalmak gibi, öylesine, aslında gerçekten kastetmeden, gerçek anlamından bir parça sapmış, masumane söylediklerin, hayatını çok farklı yönlere kaydırabilecek derecede önemli olabiliyor. nefret... çok kullanıyordum bu kelimeyi.. hem de hiçkimseden ve hiçbir şeyden gerçekten nefret et-ede-mezken.. tüm hislerim alabildiğine yumuşakken, ben nedense "nefret ederim!" i kullanmayı seçtim bilinçsizce ve hoşgörü sınırlarımın sınırsızlığıyla tezat.. arada alındığım, kırıldığım olur elbet.. sık sık hatta.. ama anlama dürtüsü beni hep suçlayıcılıktan alıkoyar, hak veririm. adalet sağduyusu -ironiktir- benim için adeta kelepçe gibi. her türlü olayda, karşılık görmeyi beklerken ve hatta buna hakkım olduğuna inancım sarsılmaz olsa bile, bu karşılıksız bırakılmanın bana etkisinin büyüklüğü ne olursa olsun, kızamıyorum. aksine kendime kızıyorum alındığım için. kendi kendime diyorum ki: "yaptıklarını denize atamıyorsan, en başından yapmayacaksın. şimdi karşılık beklentisi içindeysen, bu senin bir şeyler elde etmek adına hareket etmiş olduğunu gösterir. ve işin özü buysa, şimdi paşa paşa başına geleni çekeceksin."

'nefret ederim!' dönemine böyle böyle giriş yaptım sanırım. kırılacağım durumları nefret ettiklerim kisvesi altında bol keseden ortalığa saçıp, çevremdekilerin gözüne soktuktan sonra, bir baktım ki kimseden tepki almıyorum. çünkü insanlar etkilerinin bendeki tepkisinin nefret olabilme ihtimalinin kolaylığından dehşete düşerek, tüm iletişim içeriğini azamiye indirmişler. mevcutların ödleri kopuk, yenilerin elleri kolları bağlı.. neden böyle olduğunu sorduğum yakınlarımdan; "insanları korkutuyorsun." gibi tespitler duyuyorum. duyduklarıma inanamıyorum, gülüyorum.. "ben mi?!" alabildiğine rahatlıktan yana olan, kızamayan, yegane çabası anlamak olan ben?.. bak o zaman gerçekten kızmıştım insanlara. tespitlerini belirtenlere, korkanlar için: "aptal mı bu insanlar?" demiştim. hah.. halbuki yeni yine yeniden bahsin mevzuu bendim. fakat işin kötüsü, 'tercihlerin alışkanlıkların olur.' hesabı, huy olmuştu bu "nefret ederim!" bende. çok uğraştım. az buçuk kırdım sayılır. 'telkin' sağolsun... hala da uğraşmaktayım, zira ağzımdan çıkışına mani olabilsem de, tavır olarak üzerime yapışmış durumda. bir korunma kalkanı olarak safça başladı, sinsice cezaevi duvarlarına dönüştü. şimdilerde insanlarla aramda çabayla aşılması gereken ufak çaplı bir engel. yine de varlığı hissedilir derecede. yazık...

beklenti pis şey vesselam. en az beklemek kadar pis. boşvermek değil ama beklentileri en aza indirgemek gerekiyor. beklentisizliğin yaşamda mümkün kılınabilmesi, mutluluğa giden ekspres bir bilete sahip olmak olurdu kuşkusuz. beklentisizlikten kastım istememek değil elbet. ' büyük düşün, büyük olsun.' inandığım bir laftır örneğin. düşünce gücünün geçerliliğini de tecrübe etmişliğim var. ağlamayan bebeğe meme yoktur, doğrudur. hatta öyle durumlar olur ki söküp almayı gerektirir. ama kastettiğim beklentisizlik bu da değil. bahsettiğim; verdiğince geribeslem alma beklentisi içerisinde olmak. kendiliğinden olan her zaman daha kıymetli. kayıtsız kalan için çabalamaya değip değmeyeceği göreceli. ama her taşın altından çıkan, kimileri için başı ezilesi, kimileri için kucaklanası yalnızlığın tetiklediği beklenti ile hep 'birileri olsun ve tıpkı benim gibi olsun.' arzusunun imkansızlığının tekrar tekrar tecrübe edilişi, farklı şeylere yöneltilen öfkeyle baş başa bırakıyor bizi. biriken öfkeler 'sözde' nefrete dönüşüyor. edemiyoruz da.. nefret ettiğimiz yanılgısı içinde, yeniden bir imkansızı kovalamaya koyuluyoruz. ümit etmekten de alıkoyamıyoruz kendimizi. bu ümitle yine bekliyor, bu esnada da hem bozgunlarımızın yaralarını sarmak hem de tekrar bozguna uğramamak için duygularımıza ve ifade edilişlerine ket vuruyoruz. içimize kapanıyoruz. hatta hassasiyetimizin derecesiyle doğru orantılı içimizi içsizleştiriyoruz. bir kısır döngüye mahkum ediyoruz hem kendimizi hem de çevremizi. biz de vermez oluyoruz bekleyenlere bizden beklenenleri. yanılgısı bile bu derece yıkıcı ve yaralayıcı olabiliyorken, zannımca nefretin aslı, dişleri eline verilesi...

24 Mart 2008 Pazartesi

Brian' a...

kod adı: 'Brian'... Brian May' in Brian' ı... benzettiğim, benzeyişini sevdiğim için. bu yazıyı ona gösterip göstermeyeceğimi şimdilik bilemiyorum. ama yazmak ihtiyacı duyuyorum. bu aralar sıkıntılı olduğunu bilişimden bağımsız, kıymetinden ve buna değişinden, değdiğini duyması ve hatta okuması gerektiğini hissedişimden ötürü. ama dediğim gibi.. belki de hiç bilmeyecek..

ortak geçmişle başlıyorum.. brianla aynı liseden mezunuz. aynı okulda geçirdiğimiz 7 senenin 7 si de heba olmuş sayılabilir, ama ben saymıyorum. karşılıklı diyaloğumuz -hatırladığım kadarıyla- orta 2. sınıfa tekabül eder. insan eline duyduğum aşırı ilgi yüzünden kendisinin çok beğendiğim ellerine yönelttiğim iltifatlarla onu mahçup gerginliklere boğmamdan öncelere rastlar aslında onu farkedişim. ona daha önce yazmış olduğum gibi: kendini bulmuş olmanın garip bir havası vardı onda. orta 2 çocuğunda ne kendini bulması diye sorulabilir, ama ona sorulamaz. Brian' da bir farklılık vardı; o dönemde, o yaş grubunda çok ender rastlanır türden. ben, bunun o an farkına vardığım ve 'o an' dan öncesine dair en ufak bir bilgim olmadığı için 'farklılık' konusunun sebeplerini irdelememeyi seçiyorum. ama varsayımlarım yok değil. yaradılış deyip geçelim... lise 1' de aynı sınıfta, koca bir sene boyunca tek kelime konuşmamış sayılırız. lise 2' de de aynı. ama bu pek konuşmamazlık farketmeye mani olamadı. bir insanı gözlemleyerek mi, konuşarak mı yoksa yaşayarak mı daha iyi tanıyabilirsin? bizim, farklı birkaç sebepten ötürü deneyimlememiz gereken bu oldu. biz değil de başka iki insan tarafından tecrübe edilseydi, bu deney çok daha farklı sonuçlar doğururdu. lise 3'te yine aynı sınıftaydık. bir gün beni yanına çağırdı. bir şarkı dinletti bana. sonra cd yi bana verdi. "sen bunu bi evde dinle. anlıcaksın, eminim." dedi. o akşam sabah olana dek dinledim ben o cd yi. ve o akşam bana, hayatıma, bendeki ve hayatımdaki 'ona' dair çok şey değişti. bunu -okursa eğer- o da çok abartılı bulabilir. ama değil. normalde de zaman zaman duygusal patlamalarım olur; olan bitene, hayata ya da insanlara karşı. ama saklarım. kimse bilmez. bu durum o zamanlarda da -çok daha sık ve daha şiddetli olmasına rağmen- böyleydi. o akşam öyle olmadı ama. ona birkaç mesaj attım. ne yazdığımı hatırlamıyorum, ama bugün okusam muhtemelen kahkahalarla gülerim yazdıklarıma. o zaman için bile komikti belki, ama o gülmedi. güldüyse bile, bana bunu asla hissettirmedi. hem içten, hem saygılı, hem hoşgörülü, hem güvenilirdi... böyle böyle yıllar geçti işte..

Brian benim için bir rol modeldi. bilmeden, yolumu aydınlatan ışık, hayatımdaki en sağlam kale oldu. mesafeli duruşu yalnızca bir seçim olmayabilir. kendini tutuşu; kırılmışlıklarından, korkularından, zayıflığından, çekingenliğinden ileri geliyor olsa dahi, bir hayat biçimi haline gelişinden, tutarlılığından ve sarsılmazlığından ötürü takdire şayandır. veremeyeceğini bildiği şeyi talep etmez mesela. neyse odur Brian. ketumdur ama seni belirsizlikte bırakmaz, nettir. En önemlisi ise yalın oluşudur. önemsemez görünüşünün altında başka duygular yatar. kendince sınırları dahilinde
elinden geldiğince dener, olmuyorsa bırakır. bırakışı umursamazlığından değildir ama. çok üzülmüş, kırılmış, öfkelenmiş olabilir. hiçbiri değilse de dengelerinin bozuluşundan ötürü canı fena halde sıkılmıştır, sen bunu anlamazsın. bir ikinci şans istiyorsan şayet; zaten varolanın üzerine bir de senin için kapladığı kabuğu kırman, onu çekip çıkarman gerekir. gerçekten çıkar mı, çıkmış mıdır ya da ne kadar çıkmıştır? bunu da asla bilemezsin. Brian değerlidir, bir kereliktir. ben, onun bir kerelik oluşunu belki herkesten önce farkettim, ama iyi değerlendiremedim. çok hoyrat davranmışlığım oldu kendisine, hatırlamıyor olabileceği kadar geçmiş zamanlarda. mevcut durumumun da etkisiyle 'öyle' olmak zorundaydı. 'keskin sirke' olduğum, verdiğim zararın ayrımına varamadığım zamanlardı.

- sabırla katlandığın ve vazgeçmediğin için teşekkür ederim...

Varolduğunu bilmek son derece hafifleticiydi. hayatın ümit etmeye değdiğinin bir kanıtıydı. o vardı.. öyleyse başkaları da vardı. varolduğunu yalnızca bilmenin bana yetmediği zamanlar oldu. kişi için bilmekten daha yeterli ne vardır tartışılır. ama varlığını duyumsatması ihtiyacına kapıldım bir süre. bu fuzuli telaşım süresince o, yine kendi olmaktan vazgeçmedi, bana ihtiyacım olanı verip kurtulmayı seçmedi. anlattı... neyin neden olduğunu anlamayarak üzüldüm ben. bir defterim var. o dönem bu konuyla ilgili şöyle yazmışım: ' onu yalnızca o olduğu için seviyorsam, onu o yapan özelliklerin sebep olduğu durumlar beni üzmemeli. onu olduğu gibi kabul ettiysem, olmadığı biri gibi davranmasını beklemek ona çok büyük bir haksızlık. alınganlığım anlamsız ve hata yapmakyatım. en sevdiğin silahlarıysa seni vuran, o kurşunlar seni acıtmamalı...' sonrasında bu ve benzeri telkinlerle kurtuldum bu ruh halinden...

Çabalamanın anlamsızlığını öğretti bana. algıları açık ve algılama eşiği yüksek insanlar birbirlerini buldukları zaman, karşılıklı farkediş geri kalan her şeyi anlamsız kılıyor. çünkü biliyorsun ve anlıyorsun ve çaba buna daha fazla bir şey ekleyemez. biz, normal şartlarda insanların çok uzun süreler boyunca konuştuktan, bir şeyler paylaştıktan, yaşadıktan sonra vardıkları noktadan başladık. yüzyüze geldiğimizde iki çift laf konuşamıyoruz ve bu benim hayatımdaki en değerli durumlardan biri. çünkü kelimeler boş, konular anlamsız.. sessizliği ve boşluğu paylaşabilmenin güzelliği... anlaşılma kaygısı yaşamamak ve dolayısıyla anlatma ihtiyacı duymamak... rahatlık...


Brian mükemmel mi? elbette değil.. her şeyden önce bir insan ve dolayısıyla kusurlu. sübjektif duygularıma rağmen olabildiğince objektif bakmaya çalıştığım, ama aslında sübjektif duygularımı objektif gözlemlerime dayandırmış olduğum biri. kendimce seviyorum ve kendimce takdir ediyorum. ünlü fotoğrafçı henri cartier bresson'un şöyle bir lafı vardır: 'Ölçüsüzlük bir an için büyüleyici olabilir, ama zamanla katlanılmaz hale gelir. yalnızca ölçülü şeyler sırrını hiçbir zaman ele vermez.' Brian da bu misaldir; yalnızca önemseyen ve muktedir gözler onun 'kusur' başlığı altına yazılabilecek özelliklerinin altında yatanları anlayabilir. kusur da en az güzellik kavramı kadar görecelidir. benim bahsettiğim anlamında ise soyuttur üstüne üstlük. sebep-sonuç ilişkisi içerisinde incelenmelidir ve açıklanması dahilinde ortadan kaybolur. sebep bilindiği, öğrenildiği veya açıklanabildiği takdirde, sonucun aslında sebebin yalnızca uzantısı olduğu gerçeği ortaya çıkar. sonuç: sebebin başlattığı sürecin nihayete erdiği noktadır. o noktada ise kusur hükümsüzdür. kusurlar göründüklerinden çok daha başka şeyler de olabilirler.. onları seviniz...

paul auster' in yalnızlığın keşfi kitabında şimdi kimin yapmış olduğunu anımsayamadığım şöyle bir tespit vardı: ' tüm insanlığın trajedisi, insanın odasında tek başına sessizce oturamamasından kaynaklanır.' Brian oturabilenlerdendir, ama aynı zamanda oturamayanlar tarafından sürekli bu trajediyi yaşamaya mahkum edilendir. Brian' ın bu kendinden bağımsız olmasına rağmen öznesi haline getirildiği trajedi ise işte tam burada başlar. çünkü kendinden bağımsız olduğu halde gıyabında özne haline getiriliş, Brian' ı bu trajediyle tek başına savaşmak zorunda bırakır. kendisine sorsan, bunların hiçbirine gerek olmamalıdır, kendince haklıdır. ama malesef hayatta ortaya çıkan durumlar, etki edenlerinin çokluğu ve çeşitliliğinden dolayı, özlerinde basit olsalar dahi, çözüm aşamasına varana dek alabildiğine karmaşık hale gelmişlerdir.

soru: Brian' ın trajedisi nedir?
cevap: neyse o oluşundan ötürü suçlanmaktır.

sebep:
insanın kendisini derinlemesine tanıyabilmesi, ona sınırları hakkında kesin talimatlar veriyor. neyi, neden, ne şartlar altında, ne kadar ve nereye kadar yapabileceğin veya yapamayacağın hakkında net bir içgörü kazanıyorsun. bu içgörü ışığında şekillendiriyorsun hayatını. bunlar senin yaşayış şeklin, yani karakterin halini alıyor. netlik, sallantıdaki insanlar için çok cazip bir özellik. her türlü insan ilişkisinde varolan 'kendinde olmayana hayran olmak' duygusuyla, masumane başlıyorlar bu yolculuğa sallantıdaki insanlar. ardından işin içine eksiklenme giriyor. hayran olduğuna sahip olabilme olasılığı ortaya çıktığı an, büyük talepler ve kendine maletme arzusu peydah oluyor. çünkü hayran olunanın boyun eğişiyle ona sahip olmak demek, sallantıdakinin kendisini hayran olduğuyla olumlaması demek. bu yakıcı, sabırsız, çirkef bir dürtü. sahip olma isteğindeki aciliyet, sallantının şiddetiyle doğru orantılı. sükunete ihtiyaç var ve o an için tek çare hayran olunanın hayranlığını kazanmak. sevmenin sahip olmak olduğu sanrısı. sallantının böylelikle durdurulabileceği yanılgısı. ardı arkası kesilmeyen ödün talepleri. ödün talep etmeyi kendinde hak görebilme cüreti.. bu faslın ardından küçük görme ve zulüm geliyor ama ben burada kesiyorum, çünkü Brian' ın trajedisi henüz bu aşamada...

insanın sallantısı, iç yolculuğunda binmekte olduğu aracın sarsıntısıdır. kendini bulduğu zaman ineceği bir son durağı elbet olacaktır.

bir zamanlar ben de sallandım.. herkes gibi..

sonuç:
tek sonuç mevcut durumdur. çok sevdiğim bir insanın bir açmazda oluşundan ibarettir.

çözüm:
ölçülü biri olarak sırrımı ele verecek değilim elbet. herkesin aklı kendine olduğu için haddimi aşıp "ben olsam.."lı bir cümle kurmaktan yana da değilim. mutlu olmasını istiyorum. çok mutlu..tüm diğer sevdiğim ve hatta sevmediğim insanlar için istediğim gibi.

çözümler kararlara bağlı.. kararlar şartlara ve isteklere...

sallantıdaki bir insana dil dökebilir, yol gösterebilirsin. çekip istediğin herhangi bir yere götürebilirsin bile...ama varılan son durak senin son durağın olur, onun değil...yarattığın şey seni tatmin edebilir. ama sonuçları çok farklı yönlere de kayabilir. şayet oldurduğun bir insansa, onunla mutlu olabilir misin? afaki bir mutluluk için bir insanı şekle sokmak seni ne kadar değerli kılar? senin şekline girmek onu ne kadar değerli kılar? değerine değiyorsa bile, iç yolculuklar süreçtir ve kişinin kendisi için bile oldukça meşakkatlidir. bir başkasına bu yolculuğu yaptırmak çok daha yorucu olacaktır. senden gideceklerin hesabını kendine verebilecek misin? an gelip de yaptıklarını söylemek durumunda kaldığında küçümsenmenle yüzleşebilecek misin? tüm bunların öznesi oldurulmuş olmana rağmen sonunda bir de terk edilmeyi kaldırabilecek misin?
evet?
hayır?
çözüm, bu iki sorudan birinin seçilmesiyle verilecek karara bağlı.

bir zamanlar ben de sallandım.. herkes gibi.. biri beni çekip, istediği son durağa götürmek istedi. onu çok sevdim ve terk ettim... ben, ben olmaktan çıkacaksam; bendeki o ise bendeki o olmaktan çıkacaksa eğer, yaşanacakların da bir anlamı olmayacaktı. iki farklı kişinin farklılıklarına rağmen birlikteliklerinin kendiliğindenliği en güzeli.. sen, senken güzelsin.. rahat ol...

bu, yalnızca bir tecrübe.. genellenemez.. genellemelere gerek de yoktur zaten. ama kaçınılmazlar olur bazen, gözardı edilmemesi gereken...










15 Mart 2008 Cumartesi

Eski Bir Ergenin İtirafları

sessizlik.. karanlıkla birlikte favori kombinasyonum.. kendime döndüğüm, derinlerde her şeyden arındırılmış gerçeklerimi bulduğum.. ağlayıp güldüğüm, çoğunlukla kendi kendime konuştuğum.. yalnızlığımı seviyorum, onunla mutluyum, düşüncesizce bozanları hoşgörmüyorum..

hayat bize bir paye biçiyor; payıma düşenlerle hesaplaşmam gerekti. geçmişinde yaşayan, acılarını sırtında her gittiği yere taşıyan biri olmak istemedim hiçbir zaman. yaşamış olduklarımla varım ve olmuş olduğum bu varlık kendiyle büyük savaşlara girmiş, öfkelenmiş, suçlamış, salya sümük ağlamış ve nihayetinde meselelerini çözüme kavuşturup sakinlemiş de olsa, zaman zaman, özellikle de neşeliyken bir anda vuran hüzün hücumlarından kurtulamaz, kendini hüznü sevmekten alıkoyamaz, başkalarının hüzünleri de dahil olmak üzere..

uzun bir zaman 'herkes gibi' olamadığım için acı çektim. bencilliğin dibine vurmuş olduğumu göremeyecek kadar kör olmuş, belki de kaybolmuştum. daha yeni yeni 'ben' olmaya başlamanın yakıcılığını yaşıyordum. kendimi sevmemekte olduğum halde, farklı olduğum yanılsamasına düşmüştüm. her bir insanın ayrı bir değer olduğunu, pek çok aynılığa rağmen ne kadar da farklı olduğunu, en önemlisi de benim görmekte olduğum yerden nasıl gözükürlerse gözüksünler, içlerinde neler olduğunu bilmiyordum; tesadüfen, baktığımı gerçekten görmem gerektiğini keşfettim, gözlerimle algılamayı öğrenmeye başladım. suçlayıcıydım.. "anlamıyosun.." la başlayan düzinelerce cümle kurdum. "asla anlayama(z)(yacak)sın.." larla lafa girecek kadar küstahlaştığım bile oldu. bunlar cevaplarımdı, haliyle yöneltilen soruların karşılıklarıydı. çabaladıklarını kaçırmıştım. ironik olan ise benim de anlamamakta oluşumdu. anlamadığımı anlatamıyordum da. kelimeler ve cümlelerle aram iyi olmasına iyiydi de öyleyse bu kaçak güreşmeler neydi? sormuşlardı işte, bir şans vermemiştim. kafa karışıklığımı reddettim, anlatılanları yarıda kestim, akıl vermeye koyuldum, çok fazla 'ben olsam,' girizgahlı nutuklar attım, konuşulmaz ve dinlenmez olmaya başlayınca da kırılıp içime kapandım. sessizlik ve karanlıklardan sonra hiç dinlememiş olduğumu anladım ve kulaklarımla algılamayı öğrenmeye başladım. rahatladım..

duyarlılığımın zamanla gelişmesi, duyularımın keskinleşmesi, hayatımın elimdeki şu mevcut gününe kadar beni doygun yaşatmış olsa da, o ilk benlik bunalımlarından bu yana, geçirdiğim onca dönüşümden, tanıştığım onca insandan, iyi-kötü yaşadığım onca olaydan sonra, an itibariyle durup baktığım yerden gördüğüm tek şey aslında yerimde saymakta olduğum. zira çok iyi anlamanın da hiç anlamamanın da sonucu aynı: yalnızlık; daha en başında var ayrılık, en başta yaradılıştan ötürü.. daha sonra yaşananlardan.. nihayetinde de çeşitliliğin çeşitliliğinden ötürü. birlikte olabiliyoruz (olmayı öğreniyoruz) ama bir olmak imkanlar dahilinde değil. en büyük rahatlık yalnızlığı kabul etmekte ki en büyük tesellisi yaşamın boyunca dünya nüfusunca yoldaşının olması. sahip olmak ve ait olmaksa dürtü, alt kümelerin alt kümelerinin alt kümelerinde aramamalı insan doyumu, tümden gelmeli. içindeki herkesle (hem de tamamen herkesle) aynı farklılığının bilincinde olarak, yalnızca evrene ait olmalı sınırlarını bilemediğimiz.. belki o an ruhen nefes alabiliriz..................

14 Mart 2008 Cuma

tek bir ipteki bir tek cambaz

kör oldular... sağır, dilsiz, hissiz, duyarsız... dokunmaz oldular... bir çığlık atsam kalabalığın ortasında, deli diye yaftalarlar. halbuki çığlık çaresizlik tepkisidir. çaresizliğe karşı reflekstir. imdadımı yadsırlar. ben mahvolurum. yardım istemeye utandırır oldular...

iyiyim aslında.. hiçbir şeyim yok. iyi olmak, sağlam durmak zorunluluğuna alışkınım. ama alışkanlıktan vazgeçebilirim. aciz değilim. her alışkanlık kötü alışkanlık olmasa da, bu benimkisi cesur gibi gözükse de, bünyeye zararını hissederken derinden derine, gurur duyması zor...

bakarken anlayan gözler, duyarken anlayan kulaklar, dokunurken anlayan parmaklar var. var, biliyorum. öyle olup da bundan utananlar da var. var, ayırabiliyorum. ve onlar için üzülüyorum. nefeslerinin kıymetini, diğerlerinin bakışlarına peşkeş çektikleri için...

böyleleri çok oldu hayatımda, görmezden gelemediğim. benim görevim değildi belki ama elimi uzattım zorla ve yanımda yalnızca kendileri olmalarını rica ettim. evet rica ettim çünkü söylemedikçe soru işaretleri kafalarında cirit atacaktı, her tavrımın altında bir bit yeniği aranıcaktı; evlilik öncesi anlaşmasıymışçasına, daha başlangıcında bitişi planlandı. " ben şimdi buradayım. sen, yalnızca sen ol. sonrasında gitmek isteyebilirsin. ben buradaydım diye benimle kalmak zorunda değilsin. ama ben nafakayım. gitmeyi seçtiğinde de seninle olacağım. hani olur ha.. başın sıkışırsa diye. "

nihayetinde her daim bozgunlar yaşanmadı elbet. bu karşılıksızlığı kaldırabilenler oldu. vicdan yapanlar da oldu haliyle. "senin sayende..." ile başlayan yüzlerce cümle hatırlıyorum. bir manipülasyon muyduki benim müdahalemle olsundu? ve kaldıramayıp çekip gidenler, içten içe bilenenler... bilendiklerini bildiklerim ve acıyla gardımı almak zorunda kaldıklarım...

yaşamaktan fazlasını yapmadım hiçbir zaman. hassasiyetimi yadsıyamam ama bunu kimsenin gözüne sokmuşluğum yoktur misal... göründüğü gibi olmayandan korktuğum için olduğu gibi görünen ilişkiler kurmaya çalıştım. her biri kendilerini kendi kendilerine buldular. ben ağzımı bile açmamıştım.

suçlayamam, yalnızca anlarım.. yeni olanı kimden öğrendiysek, onun yorumunu örnek alıyoruz çoğu zaman. modelleme.. bu bizim yaşam biçimimiz. kırması çok zor bir döngü bu, dayatımların pek çoğunun ayrımına bile varamazken.. benim sağladığımı ben sandılar. sağladıklarım güzeldi, ben rahatlıktım. kendileriyle beni karıştırdılar, ben olmaya çalıştılar. halbuki çok güzelleri vardı aralarında, bin bir renklileri.. bana benzeme isteklerine, benzeyemeyip acıtmaya çalışmalarına da anlam veremedim. güzelliklerimiz eşdeğerdeydi.. paylaştıkça artan bir güzellik. bir dağa tırmanırcasına.. yükseldikçe daha geniş bir alanı görmek, daha temiz bir havayı içine çekmek, basit ama kıymetli bir mutluluğu paylaşmak.. aynılıklara sevinerek, farklılıklara hayran olarak, ayrılıkları anlayışla karşılayarak tecrübe etmek hayatı.. amaç yalnızca öze ulaşmaktı...

bir zamanlarda kalmış ama değerini hala korumakta olan biri bana şöyle demişti: "söz ağzından çıkmadan önce sen ona sahipsindir. sözü ağzından çıkardığın anda ise o sana sahip olur." o bunu '2 düşün 1 söyle.' anlamında dile getirmiş olsa da ben hep bunu insanlarla ilişkilerimde bir düstur olarak aldım. kendim için de elbette. susmak bir seçimdir, ama söyleyememekte engellenmişlik vardır. söylenmeyi bekleyenler kimseyi daha derinlere çekmesin, söyleyememek kimseyi esir almasın istedim; sözler ağızlardan çıksın özgürce, en azından bir kişiye karşı kendini ortaya koyabilsin insan apaçık. bu karşılıklı bir dilekti, çoğunda gerçekleşmedi. onlarcası içinde yalnızca birin bir fazlası kadarı şimdilik.. parsellemeden sahiplenerek, tenkit etmeden dinleyerek, sıkmadan merak ederek, kontrol etmeden arayarak, şımartmadan severek.. (şımartmadan sevmek sakınım içermemektedir.)

kusursuz varolmadığı için kusurları sevmekle başlamalı işe.. ve olduğu gibi kabul etmekle devam etmeli...

13 Mart 2008 Perşembe

Selam...

kaygılıyım... olmalı mıyım? olmamalı mıyım? al sana kaygılanmak için bir sebep daha... rahat bir ortamda kendini ifade etme çabası içerisinde olmak kaygılandırıcı olmamalı. belki de 'kendini ifade etmek' hiç bir ortamda kaygı verici olmamalıdır; keza üslup denen şey bunun için varolsa gerek.. ve ben, şahsen, şeytanın ayrıntıda gizli olduğuna inanan bir bünyenin hükmettiği duyulara sahip biri olarak üslubumu kişi, durum, ortam ve olaylara göre ayarlama konusunda pek güçlük çektiğimi söyleyemem; bunun yanında kendimi ifade etmede zaman zaman zorluk yaşadığımı da itiraf etmem gerekir; bunun nedeni ise, asıl yapılması gerekenin mevcut koşullar altında 'en doğru olan' tepkinin verilmesi iç zorlaması sanırım. kendimi bildim bileli içimde varlığını her daim güçlü bir şekilde hissettirmiş olan adalet duygusu, tepki vermeden önce -mevzu ister bana bağımlı ister benden bağımsız olsun- kendimi (aslında kendimden de öte tüm benliğimi) 'an' dan sıyırarak olabildiğince ve hatta olması gerektiğince objektif bir süzgeçten geçirme sürecinden sonra verilecek tepkiye karar vermeye zorlamıştır beni. veyahut hissettiğim adalet duygusundan kaynaklı ben böyle bir yordam oluşturdum kendime. şimdi bunun ayrımına varamıyorum; yumurta mı tavuktan çıkmıştı yoksa tavuk mu yumurtadan?... kendimi ifade etmekle ilgili bir sorunum olmamasına rağmen bunu yapmayışım bu yüzden işte; kendi çapında bir kibirden arınma çabası. kibirin -aynı zamanda tutkunun da- kör edici, ezip geçici özelliklerinin bünyemde oluşturdukları ağır tahribattan sonra, geçmişte bu hayatta kendime biçmiş olduğum 'adaletin keskin kılıcı' rolünden tamamen kendi rızamla istifa ettim.. geçmişteki o bir zamanda neden öyleydim hatırlamıyorum; tahmin edebiliyorum sadece ki o konunun izahının an itibariyle yapılmasına gerek duymuyorum. her neyse, sonuç olarak tepki vermeden önce -ki tepki verip vermemeye karar vermek de benim için başlı başına ayrı bir süreçtir- tüm mevcut koşulların, kişi veya kişilerin, kısacası etki eden tüm değişkenlerin ayrıntılı analizini yapan bir mekanizmaya sahibim; bu mekanizmanın hızı da üslubum gibi elastiktir.

"neden böyle?" diye sorulabilir bunca açıklamanın ardından; ben sordum mesela. sebeplerin sonuçları tetiklemesinden ötürü ve tarihimin tekerrüründen pek haz etmeyeceğimi bildiğimden dolayı "neden?" sorusunun her zaman ve her şeye karşı yöneltilmesinin gerekliliğine inananlardanım. cevabı ise önemsemekte yatıyor. bu hayatı anlamlı kılmak için sevmeye açık olmalı insan, her şeyi ve herkesi. çünkü ben inandıklarımdan ibaretim, yalnızca inandıklarımı gerçekten severim. sahip olmaya gelince; zannımca sahip olduğumuz tek şey aldığımız nefesten ibarettir. o olmayınca geri kalan her şey teferruat. aldığımız nefesin bize ait oluşu coğrafyadan coğrafyaya farklılık gösterebilir elbet ama bu politikaya giriyor. bunun yanında nefes=kalp atışı çıkarımı düsturuyla da devam edebilirim ama bu da yazıyı romantik diyarlara sürükler ki istediğim bu da değil. kendimle ilgili tutarlı bir şekilde laflamaya çalışıyorum öylesine...

bunun yanında fanatizme çanak tutan her şeye de karşıyım; sanatlardaki akımlar, ideolojiler, dini inançlar, spor takımları, siyasi partiler vs vs.. daha da çoğaltılabilir elbet. tek bir şeye sıkı sıkıya tutunup, körü körüne bağlanıp tüm geri kalanları yok saymanın, önemsememenin ya da hor görmenin -her kimler (nice nice büyük insanlar!) ortaya çıkarmış, geliştirmiş, yaymış ya da savunmuş olurlarsa olsunlar- sığlık olduğunu düşünüyorum. her şey diğerleriyle anlam buluyor; zıtlarından güçleniyor, benzerlerinden besleniyor ve ancak bu sayede parçalar yerlerine oturuyor. konu her ne olursa olsun biraz palazlananıp da aradan sıyrılanın hükmeden haline gelmesi ise ürkütücü.. çeşitliliği seviyorum.. tektiplilik beni korkutuyor.

özgürlüğe de inanmıyorum örneğin. özgürlük, tanımı yapılmış bir kavramdır, ve daha tanımının açılımında önüne sınırlar getirir. tanımı, yapılmayan yerlerde dahi vardır. özgürlük diye bir şey yoktur; özgürlük kandırmacası, diğerlerine göre asi ya da anarşist diye tabir edilen gem vurulması daha zor ruhların tımarlanma aracıdır. onların ağzına verilen bir xanax tabletidir, çalınan bir parmak baldır. ve insan ne yaparsa yapsın hayvanlığından ötürü tımarlanmaya meyillidir.

hayat var bir de.. bir şeylerin ol(a)mayacağına kendini inandırma aktivitesi diyorum ben ona. hayat insanın burnunu daha en başından sürter; düşüp düşüp yürümeyi öğrenirsin ama asla uçamayacağını bilirsin. uçabilirim diyenler olur elbet ve meydan okuduğun o an aynı zamanda kendi kendini bozguna uğrattığın andır. sindiremediğin her şeyi unutursun. kabul etmek istemediklerin için mantıklı açıklamalar üretirsin. an gelir anlarsınki bir şeylerin ol(a)mayacağını peşin peşin kabul etmek tüm diğer çabalardan daha az yorucu ve büyümenin tüm diğer getirileriyle birlikte hafızalardan silinir bu ilk sorgulamalar. elbette bu pes etmek değildir. geriye yapabileceklerin kalır çünkü; yapabileceklerin ise tüm hayatını dolduracak kadar geniş bir yelpazeye yayılmıştır, kendine göre seçersin aralarından; kolayca yapabileceklerin vardır, seni biraz zorlayanlar da çıkar elbet, tekrar tekrar denedikten sonra ulaştıkların olur, ve 'imkansız diye bir şey yoktur.' un imkansızı da bu yelpaze içerisinde yer alır; özgürlük gibi o da insanın kendini acizliğin yıkıcılığından kurtarıp gücün güvenli kolları arasında pışpışlama aracıdır. umudunu besleyebilmek için bir paravandır. zira imkansız diye bir şey vardır. hatta imkansız olan o kadar çok şey vardır ki... ama biz onu olasılıklara dahil etmeyerek gözardı etmişizdir daha en başından. imkansız diye bir şey artık yoktur işte.

daha pek çok şey var aslında.. şimdilik bu kadar. en çok geceleri sevsem de artık yatmalıyım.. hoş buldum mu? bulacak mıyım? görücez...

selam...