"This is where the one who knows, meets the one who doesn't care..."

21 Şubat 2011 Pazartesi

Sıfat

şöyle buyuranlar vardır: "insan mutluyken yazamaz."

haklı olabilirler.

-kimdirler?
-depresifler.

ne biçim de depresif idim.

ne oldu?

bkz. oruç aruoba 'hani'

-

insan sevince her şey daha güzel...

mi?

yok,

elbette değil.

her şey olduğu gibi, olduğunca, olduğu kadar.

aynı.

öylece duruyor.

vefakat bakışı güzelleşiyor insanın.

yahut görüşü açıklaşıyor.

veyahut algıları berraklaşıyor.

velhasıl mesele bu değil.

mesele yine farkında olmak.

neydi o çocuk şarkısı?

"neş'eli ol ki genç kalasın
bu dünyadan da zevk alasın
ümitler hep süslenir neşeyle
neşeli ol ki genç kalasın

neş'eli ol ki hep artsın gücün
yorgunluk nedir bilme bütün gün
gayretler hep güçlenir neşeyle
neşeli ol ki genç kalasın"

bu biraz beyin yıkayıcı o çocuk şarkılarından da olsa bağlam içerisinde farklı bir açıdan yaklaşıyoruz elbet.

şair burada ne demek istemişten yaş itibariyle artık bize ne.

ben burada reşitlik avantajımdan yararlanarak anladığımı kendi cümlelerimle özetleyeceğim.

zira neydi?

"you don't see with your eyes, you perceive with your mind." -anonim-

yani sevmekle bitmiyor.

farkında olacaksın, hem de tetikte olmak gerginliğinde.

yoksa değişmezsin.

değişmezsen birlikte yürümeyi beceremezsin.

uygun adım marşta bile şöyle bir olduğun yerde sıçrayıp ayak değiştirirsin adıma uymak için. ve koca bir ordu yürür öyle, öyle uyumla.

"insan değişmez kardeşim, neyse odur!" filan yapma bana.

karakter dediğin old-fashioned kafanın inadındandır. adam "tükürdüğümü yalamaktansa..." kafasında.

karakter dediğin yalan dolan, ayaktır.

aslolan sağ (kelime şakası yaptım ben) eğilimdir.

bak serbest çağrıştırdıkları bile esnek, ergonomik, rahat.

nitekim ister/istemez, farkeder/etmez ama değişir insan bundan mütevellit;

eğilimlidir.

ister sevelim ister sevmeyelim değil,

bilelim diye:

hepimiz yavşağız! (mecazı da dahil sözlük anlamlarından bağımsız, halk arasındaki kullanımıyla)

e ama küllerden yeniden doğulmaz ki; olsa olsa olunur yeniden (yalandan gibi vurgula bak nasıl da tırt geliyor kulağa). o vakit de püf deseler dağılırsın.

değişemezsen yeni olamazsın.

köşelerin törpülenmez; kıvrımlanamazsın.

katır kutur kalırsın böyle; akışamazsın.

illa genç kalınsın diye değil ama neş'eli olmak da iyidir..

ama işte hayattaki en kral ilişki sebep-sonuç ya.............

-

kaç zamandır yazmadım.

seviyordum.

seviliyordum.

mutluydum.

-ki hala.....-

yazmadım.

yazı odaklı/öncelikli olsan yazarsın.

nedir ki?

istemekten değil, ihtiyaçtandı benim yazım.

dolayısıyla yazmadım.

yani neymiş?

yavşağım!

10 Haziran 2010 Perşembe

We Are All Basically Alone

Kendimi sürekli izliyorum dışarıdan, ama kendime hiçbir şekilde dışarıdan bakamıyorum. İsterdim aslında belli zaman aralıklarında başkalarının gözü olabilmeyi... Thomas Test'i yapmıştım bir iş görüşmesinde; nasıl olduğunu düşünüyorsam öyle cevaplamalıydım tüm açık yürekliliğimle. Ne kadar vaktim vardı? 10 dk. mı? Hatırlamıyorum. Ancak, sonuçta bana dair nasıl bir yargıya varacaklarını çok merak ediyordum. Seçenekler değil, ama hepsinin de bana aitlikleri ne kadar da yakındı. Yalnızca 4 şık mı? Biri kendimle ilgili ne düşündüğüme uyuyordu, diğeri dışımdakilerin benimle ilgili ne düşündüklerine. Diğer ikisiyse, yine benzer, yapabileceğimi düşündüklerimle yapmış olduklarım arasındaki çelişkilerden ibaretti. Ne yani? Kaça bölünüğüm? 4'e mi? Sayamam...

Her insan kendine nev-i şahsına münhasır gelir; biliyorum. Ama ben artık nasıl biri olduğumu bilemiyorum (ki hiç bildiğim olmuş muydu? oh evt, evt, kendimi bilmiyorken...). Daha doğrusu bir yere koyamıyorum kendimi; nasıl biri olduğuma karar veremiyorum. Birilerinin bana "şöylesin" dediğiyle bir bulmuyorum/görmüyorum/hissetmiyorum kendimi. Bir ben biliyorum içimdekileri ve budur sanırım yalnızlığın temeli: karşındakinde bilemeyeceklerinle, onun sende bilemeyecekleri... ve gösteremez ve anlatamazsın da Virginia Woolf' un da hemfikirliğinde: "Düşünce dile getirildiğinde mutlaka anlamından birşeyler kaybeder."

Yani nedir? Çok iyi anlaş, çok iyi eğlen, çok sev/sevil, çok iste, çok, çok, çok.... ve kabul et: WE ARE ALL BASICALLY ALONE...

Ne demiş Atilla İlhan?

"gemi sinyallerinin gece bahçelere yansıması
havuzda samanyolunun hisarbuselik şarkısı
demlendikçe yalnızlığı aydınlanıyor muammer bey
olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması"

ve kendimizi bile anlayamıyorken...

18 Şubat 2010 Perşembe

Gel!(mey)ene Değin

şarap içtim.

şarap içtiğimde bana ne olduğunu bir ben biliyorum;

siz bilmeyin.

uzak, yakın, kısa, uzun, boş, dolu...

sıfatlardan nefret etmekteyim.

ve hayır, yine "nefret ederim!" döneminde değilim.

bundan size ne? evt.

ama bana ne değil.

ben dışımdan okuyarak öğrenirim.

şimdi içimi dışımdan okuyarak öğrenmeye başlıyorum.

öğretmenim sağlam değil.

dersim oldukça ilgi çekici.

dışımdan okudukça uzaktan bana gülümseyen bilincimi görüyorum.

gözlerim ışıldıyor.

aferin alınca heveslenen bir öğrenciyim.

ne kötü mü? hala?

yok, artık bunların hepsi benim.

gurur duyulacak şey değil.

dışarıdan "ben yaptım!" evt.

ama içerimde ağzıma düşen armut

ve onu sindiren işkembe sistemim

dir bunu kendiliğinden yapan.

öğretmen benim,

öğrenci benim,

bilinç ben.

korktuğumdan değil bu kez,

dersi öğreneceğimi açıkça gördüğümden.

bunu söyledi bana,

evren söyledi;

-ilkokulda yan sınıftaki esmer yeşil gözlü kepçe kulaklı olan değil-

yazılara dökerek bir kitaba.

kitabı içtim,

şimdi şaşkın değilim.

bekliyorum,

beklemenin yakıcı olamayacağı kadar serin bir yerde.

belki bir ölüm iyiliği üzerimde,

yaklaşmış olan ise:

son;

bu kez yanılsamalarımın gölgesinden bağımsız.

güneş ışınlarının vuruşuyla renkleri parıldayan:

SEN?!?!

sevmekten çok uzakta,

sevmemekten zorla,

avuçlarımın arasında yavru kuşça tuttuğum.

o benim işte,

bilmediğin;

sana oluyorum...

3 Aralık 2009 Perşembe

MeltingPot

sitemi sevmiyorum ben hiç; biri bana sitem ettiğinde ona tokat atasım geliyor, etmeyi ise fazla edilgen buluyorum.

içimden canavar çıktı dün; yağan yağmurla kavgaya tutuştum. yağmura çok sinirlendim beni gırtlağıma kadar ıslattığı için, sokakta ağlamaya başladım aniden. (hiç sevmem, çok saçma.)

insanların anlamamasını anlamıyorum; diretmek nedir ya? neden diretilir?

neredeyse tanıdığım herkes sisteme düşman ama iş arıyor (ben de dahil); ey yükselen yeni nesil! olarak hani gelecek bizimdi? pasif direnişte miyiz evlerimizde acaba bilinçsizce? olmaz gibi ama böyle de.

kafamda bir blog açtım galiba ben; sürekli herhangi şeylerden deneme kıvamında yazı yazıyorum kafamda, ama otomatik kaydetmiyor ve bunun sıkıntısını çekiyorum çok, zira bazen hoşuma gidiyor düşünerek ulaştığım yerler. ve akabinde hepsini unutmuş, başladığım noktaya geri dönmüş buluyorum kendimi. ulaşmışsam kendime katmışımdır bir şekilde tüm o vardığım yerleri -hatırlamasam da-. öyle değil mi?

bir yol ayrımına hiç denk gelmeksizin, dümdüzce uzaklaşıp kopmak bir şeylerden ne kadar da hafifletici. kavga ve gürültüsüz, kendiliğinden bitmesi o şeylerin, veyahut yitmesi demek belki daha yerinde. bu belki yeterince değerli olmayan şeyler için geçerli şöyle bir düşününce, ama sanırım çokça benim yapımla alakalı. her şeyin faniliğine pek fazla inanmak, karar ve sonuçlarından korkmasam da seçim yapmak durumunda kalmaktan hoşlanmamak kaynaklı.

evrenin zamanlamasına yeniden hayran kaldım geçenlerde. yıllardır şahsıma tekme tokat dayak atmakta olan hayat, kaşla göz arasında bana bir çiçek uzattı. bunu da öyle bir zerafetle yaptı ki elimde çiçekle alık alık bakakaldım. zerafet kısmı takdire şayandı ama; iki ileri bir geri kıvamında, burundan getire getire ve elde ettiklerinin kıymetini bilmeyi öğreterek, tatlı-sert diye tabir ettiğimiz bir stilde tutuşturuverdi çiçeğini elime. bir zen atasözünü quantum felsefesiyle birleştirip, o zamanki kaotik şartlarıma ve izole yaşantıma muazzam bir şekilde adapte etmiş, yalnızca inanarak evreni organize etmiş olabilir miyim gerçekten?

"Hiçbir şey yapmadan sessizce otur; ilkbahar gelir ve ot kendiliğinden büyür."

çiçeğin uçuşkan ve taze bir kokusu var, kırları anımsatan ama yabani olmayan. hep bu çiçekten konuşasım var ama betimlersem benim gözümden betimlenmiş olacak sadece, oysa orada, durduğu o yerde benim algımla sınırlanmışlığından çok daha güzel, hiçbir şeyle sınırlanmamış tüm diğer şeylerin kendi gerçeklikleri içinde oldukları gibi...

güzellik ne güzel şey ve onu farketmek ne coşkun bir his. takdir etmesi çok zor ama; onu anlatmak isterken kelimelerin yetersizliğinin acısını duymak, ona sahip olmak dürtüsüne karşı koymak ve onu rahat bırakmak. ama mesela Antoine de Saint Exupéry Küçük Prens kitabında konuya bir de şöyle değinmiştir:


"..güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi Küçük Prens güllere. kimse sizin için canını vermez. buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığım birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur. çünkü benim gülümdür o.."

...


"unutma, dedi tilki, gülün için harcadığın zamandır gülünü bu kadar önemli yapan. - gülüm için harcadığım zaman... dedi küçük prens, hatırlamak için..."



kafam karıştı şimdi. yine kişinin davranışlarında elzemliğine en inandığım kelimelerden birinin vehameti ortaya çıkıyor sanırım bu noktada: Ölçülülük!

ve dikkat etmem gereken bir oluşması muhtemel: acele işe şeytanın müdahalesi.

go home şeytan ya; ben rahatlıktan, samimiyetten ve umarsız neşeden yanayım. az işime karışmazsan...

hepsinin dengesini tutturmak lazım işte. al sana bir diğer mühim şey: mühimmat (serbest çağrışım).

-
konsantrasyonum bozuldu.
-

çorba ettim yine her şeyi, ama ben anladım tümünü sonuçta, bu da yeterince yeterli.

8 Eylül 2009 Salı

Talihsiz Serüven

akıntıya karşı kürek çekmek manasız bulduğum ama her daim yaptığım bi şey, umumiyetle de boş işler konusunda. somon balıkları da akarsuyun tersine yüzerler, efenime sööliyim; işte sığ yerlerde ya da dar bölümlerde tıkış tepiş birbirlerinin üzerlerinden atlarlar ve nihayetinde yumurtalarını sakin ve güvenli bir yerlere bırakırlar. güzel... olayın insan türüne adaptasyonu tam tersine işlemekte sanırım; akıntıya karşı kürek çekip akarsu yatağına ulaşmak prime motive olabilir ama netice aynı değildir; haticedir. hatice: sen akıntıya karşı kan ter içinde kürek çekerken, ulaşmaya çalıştığın yere sandal gezintisi için davet edilen kız. genellikle klimalı arabayla evinden alınır, evine bırakılır; daha zerre ter döktüğü görülmedi.

3 Eylül 2009 Perşembe

mi dersin?

bir yerlere gidilmeli gibi yaşamakta insanlar, ama gidilebilecek hiçbir yer yok arananın bulunabileceği.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

yazmak ihtiyacı duymaktan ötürü yazmış olmak

yazlık kafaları; işi ve gücü ve konuşacakları bitmiş teyzeler, dolayısıyla da dedikodu kazanı. bir abukluk var insanlarda, veyahut bende bir gariplik de olabilir elbet. ev kızı kimliğimden utanmıyorum, hayır; kek-kurabiye yapıyorum mesela ve örgü örüyorum, aferin bana. çoluk çocuk var genellikle burada, kendi yaşıma yakın insanlara ise tokat atmak istiyorum. bir genç var mesela an itibariyle karşımda oturmakta olan; düzgün diye tabir edilen türe dahil hareketleri itibariyle, esintiyle birlikte burnuma şekerli parfüm kokusu geliyor, tatlı kokuları sevmesem de kendisini seviyorum. esintide tatlı parfüm kokusu: hımmm güzel...