"This is where the one who knows, meets the one who doesn't care..."

24 Aralık 2008 Çarşamba

Arabesk

kendimi kaybettim; değişiyorum da ondan mı yakalayamıyorum yoksa dağıldım da parçalarımı mı bulamıyorum? mesela neden yel değirmenleriyle savaşıyorum? neden giriyorum hep sonu belli oyunlara mağlup olacağım aşikarken? anladığım o anda neden bırakamıyorum? neden sürüklüyorum umudu elimdeki gerçeklerle zerre örtüşmezken? neden hep başa dönüyorum; aynı hikayenin farklı ortada bırakılışlarını yaşıyorum? tek dileğim sessizce oturmaktı yan yana ve omzunda ihtiyacım olan bir anlık güveni bulmaktı, o anlık huzurlu bir nefes almaktı.

bu masala daha en başından kötü başlandı. neden defalarca affettim peki? bugün elimin iki avucunda nefret var ikimiz için. ne sığınabildik ne soğuyabildik. ve bugün artık birbirimizin gözlerine bakamayacak kadar uzağız birbirimize; bir daha hiçbir şey olamayacağımızın ayyuka çıktığı yerdeyiz. bu çıplak gerçeği biliyor olmanın acısını tarif etmem mümkün olmayacak gibi. çünkü bir zamanlar her şey o kadar güzeldi ki... kapıdan içeriye girdiğin anda gözlerinin mutlulukla parladığı, hep heyecanla konuştuğumuz o günlere dönmek için, seni gördüğüm o ilk geceye gitmek için yapacak bir şey olduğunu bilseydim keşke. yüreğime koru atıp kaçtın gittin benden. gittin; döneceğinden adım gibi emin olsam da tam iki sene her gece seni bekledim. bir gece yüreğim sıkıştı ve gözlerimden yaşlar akmaya başladı. biliyordum; sen de ağlıyordun ve bana ihtiyaç duyuyordun. sabırla beklediğim gün gelmişti işte; bana dönüyordun...

sonradan gelen edit:

evet döndü. döndü de matah bir şey mi oldu peki? yooo... iğrenç bir durum yarattık el birliğiyle. şimdi sevgiyle nefreti ayıran o ince çizgide ilerliyorum kendi adıma. çizginin nefret kısmına denk düşen düşüncelerimi suratına çarpmam bir lafına bakar halde.
arabesk makamlarda dolanıyorum zaman zaman. böyle zamanlarda da böyle abuk beyanatlarda bulunuyorum. kendime ibret olsun diye de yayınlıyorum şimdi bu yazımı, girişsiz, gelişmesiz ve sonuçsuz bu saçma haliyle...

15 Aralık 2008 Pazartesi

Uzun Lafımın Kısasının Portekizcesi

bir kuru toprak parçasıyım; soyutlanmayla çoraklaşmış ve özünde alabildiğine verimli.
çatlaklarımdan içeriye bir damla su sızsa, peşi sıra bir gül ağacı bitiverir kuytularımda görkemli ve dikenli.
kırmızı fazla ihtiraslı, pembe fazla mutlu, beyaz fazla namusludur; benim güllerim somon rengi.
kaderin iklimine aşırı duyarlıdır. gecenin keskin ayazına dayanmaz tomurcuklarım; hiç sabaha çıkamadan, hep yaşamdan kesilir. can çekişir, ağlarlar. gözyaşları canlarını beslemeye yetersizdir; su gibi akmaz zira, taş olup düşer zerrelerinden. yardım istemez, çığlık atmazlar; ölümleri hep sessizdir.
her bir gül ağacımın kuruyuşunda edgar allan poe nun minik kuşu düşer aklıma; bir tanesi yüreğini dayasa bir dikenime canlı kalabilirim. ancak bu düşünceyi hiçbir zaman dilemedim. çünkü ben öyle biri değilim.
orantılı olmalıdır her şey hayatta; öldürüyorsam sevmiyorumdur, öldürüyorsa sevmiyordur.
ölmemek için öldürüyorsam ve ölmemek için öldürüyorsa birbirimizi kullanıyoruzdur. oysa sevmekte yaşam sonsuzdur.
dibine kadar hayalci, iğrenç derecede gerçekçi ve bu iki ucumun yansımaları insanlarca aksi şekilde algılansa da, özümde oldukça tutarlı biriyim. tersini düşünen biri ya yavandır ya olanlara pek kafa yormamıştır. zira bakıldığında duygularım apaçık ortadadır.
portekizli denizciler, "Denize açılmak gerekli, yaşamak gerekli değil." derlermiş. ne güzel bir laf etmişler. Denize açıldım gitti, yaşamam gerekli değil. çünkü Denizin yüreği yüreğime denk ve Denizi sevmem yeterli. bu kadar basit işte...

12 Aralık 2008 Cuma

Lambaya Püf De!

mutluyum. yalnızlığımı ne kadar sevdiğimi anladım yeniden, özleyişimden ötürü.
sevdiğim, istediğim, beklediğim ne veya kim varsa yokmuşlar aslında. bu manasız ve zorla esrime çabamın sebebini henüz bulamadım. belki gücüm yoktu veyahut korkuyordum. şu an hiç farketmiyor altında yatanlar. ben bugün dayanma gücümü değil, yaşama gücümü çok net duyumsuyorum. zincirlerimden boşaldım, yele verdim değer(li)lerimi ve uçup gittiler ve ben hafifim. acaba nedendi bu kendime eziyetim? beklemek içinde boğuldum ve belki bu gece beklememekte tekrar doğdum. bu gece belki beklenti vademi doldurdum.
... ve kafam ve yüreğim aynı anda bırakıverdi tuttuklarını ve ruhum kendini esir edişine son veriverdi. ve iyi ki gittiniz ve belki iyi ki hiç gel(e)mediniz ve artık hiçbir türlü hoş gelemezsiniz. bir kere kopar o bir şeyler ve o kopmuş bir şeyleri birlikte tutan bendim ve o bir şeylerin kopuk iki uçlarını ben bırakıverdim gitti.
... ve merhamet de neymiş, ben neden susar mışım çünkü benim susadığım neymiş ve incelik -ilahi ben!- ne demode şeymiş hakikaten.
... ve şefkat mi? ben neden sımsıkı tutmuşum herkesin çoktan terkettiğini? bir kaşık suda boğuveririm hepinizi.
tanıştığımıza memnun olmadık mı? valla mı? bana hava hep iyi, bana hava -ah bir bilseniz!- ne kadar hoş. nedendir bu içi boş, altı temelsiz kendini beğenmişliğiniz? ve ne katmışsınız güneşi sıvamaya kalktığınız o balçığın içine? içinize, içinizin en derinlerine işler balçığın o pis kokusu ve ayırdına varamaz alışışının o düşse eğilip yerden almayacağınız, havalardaki güzelim burunlarınız ve güneş o balçığı kurutur ve kurumuş balçık parça parça iner kafalarınıza maazallah. söylemesi benden, siz sadece dikkat ediniz.
... ve edip hiç bulmamak ve tutmamak ama hiç bırakmamak ve feleğin çemberinden geçmiş kadınlar gibi gösterip vermeme numaraları çekmek ve hooop bu hikayelerdeki dişi benim. size ne oluyor? aslınızı şaşırmayınız.
mümkünse samimiyetle gelmeyin bana. zira belki de en elim yalan kılıfınızdı kendisi. hem samimiyet samimiyetsizliğin de samimiyetle ortaya konulmasını içerirdi. onu da kendinize yontmuşsunuz. vay anasını!........................
... ve nedir bunca kendinizi önemseyişiniz ve özne ve amaç belleyişiniz? siz neydiniz acaba hiç düşüneniniz oldu mu bunu? sevmenin insanın kendinden başlayan ve kendine dönen ve kendine özgü ve kendine dair tabiatı içerisinde siz neredeydiniz? sevmek denince tüm taraflar araç ve amaç taraflardan öte bir şeyken nasıl bu kadar böbürlenebilirsiniz? ilahi! ne kadar da naifsiniz...
... ve el mi veba yoksa ben mi el yoksa el veda mı? el benim ve gururla 'bir'im ve yalnızca ikisinden değil, 'tek'inden de yeterinden fazla ses çıkar inmek istediği suratın yanağına hızla yapıştığında ve ben düşündüğünüz kadar sersem değilim, her şeye rağmen günlerimi iki elimin sesini size duyurmaya çalışmakla geçireyim. elim elverdiğince seslendim ve gücüm yettiğince vadettim size ve tümünü de yerine getirdim. ya siz?
... erkekliğin güvenilir bir ölçüt oluşuna inanıyor olsam şöyle derdim: tüm bu hikayelerin yaşanmış tüm evrelerinde ben sizden daha erkektim.
ardından eklerim: iyi ki erkek değilim.

... ve yaşayışınız ne kadar keyfe kederdir ve sizin keyfiliğiniz bana kader midir?
- hiç sanmıyorum; artık bu işlere ben gelemiyorum.
Lambaya püf!...

2 Aralık 2008 Salı

Kulesiz Gecenin Yarısı

aslında olmayacak şey değil bisküvilerden kule yapıp oyalanmak ve hiçbir şey düşünmemek; gök gürültüsünü, yağmuru, saçaktan akan suyun şıpırtısını, evin çevresindeki gürültüyü duymamak. belki de hiçbir zaman kule ortaya çıkmayacak ama gece böyle geçer işte.

bir yerlerde teneke üzerinde tıkırtılar oluyor.

dördüncü kata gelince hep sallantı başlar; bir sonraki bisküvi yaslanacağı sırada elin bir titremesi, ya da bir öksürük, tam çatı direği ortaya çıkmışken, ve her şey yerle bir oluveriyor.

Herr Geiser' in vakti bol.

"..."

bir yerlerde teneke üzerinde tıkırtılar oluyor.

kule olmadı ama gece yarısı oldu.

Max Frisch, ' İnsan Nedir Ki...'

-

kuleler olmuyor, olmuyor ama onlar olmayadursun; gecelerin ardı arkası kesilmiyor. kuleler olmuyor; alışkınım artık. geceler bitmiyor, geceler insanı hiç hayal kırıklığına uğratmıyor. bisküviden de olsa taştan da, kuleler güven vermiyor; ha bir saatliğine hafifçe çiselesin, ha asırlarca sağanak halde yağsın, nihayetinde eriyip gitmesi bir yağmura bakıyor. hem kabak gibi ortada kule dediğin; içinde sığınan(lar)ı olduğu, yoksa da olacağı aşikar. hedefken bulunmak ah ne kadar kolay.
kule filan yapmak içimden gelmiyor artık; biraz sabır, biraz zaman, azıcık bayatlarsa sertleşecek bisküviler diyorum; yağmura yağmaması için dua ediyorum. yağmur beni nerden duysun, duymaz; duysa da tek benim kulem dağılmasın diye damlalarını sonsuza dek tutamaz ya...
zamanı geçiriyorsun bir şekilde. evden çıkarken dışarı kafasını takıyorsun, eve gelince onu çıkarıp içeri kafasını... hem kafa denen şeyin kurcalayanı olmasa da o kendini oyalar; televizyonun yayın akışı gibi, bir çizgi film, bir reklam, bir eğlence programı, bir reklam, bir kültür-sanat programı, bir reklam, bir tartışma programı, bir reklam, bir yarışma programı, bir reklam, bir haber bülteni, bir reklam, bir film, bazen bir son dakika haberi, bir reklam...
ve gece yarısı olur, yatıp uyuyayım bari dersin. uykuya hazırlandığın o beş dakika aralıkta kuleyi olduramayışın gelir içine oturur. teslim tarihi yaklaşmış projeye daha başlamamış öğrenci modelini projeye başlatmaya muktedir olmayan, ama haytalığından da zevk aldırtmayan manasız iç sıkıntısıdır bu. dayanma eşiğini zorlamaya başladıkça daha sık düşer olur akla, yayın akışını böler durur.
ve bir diğer gece yarısı olur.
ben kule yapamadıkça gece hep oldu, geceye alıştıkça iyiden iyiye kule yapamaz oldum; bu döngüde hapsoldum.
zamanı geçirmek kolay, kolay geçen zaman kayıp. ben bunu çok düşündüm, düşünürken saat kim bilir kaç kez gece yarılarını vurdu.
gözümden bile sakındığım kulelerime hep yağmur yağıyor.
sorun bende diyorum; öksürüyor muyum yoksa ellerim mi titriyor?
nafile de olsa, düşünüyorum.
gece yarısı oluyor.
kule yine olmuyor.