"This is where the one who knows, meets the one who doesn't care..."

3 Aralık 2009 Perşembe

MeltingPot

sitemi sevmiyorum ben hiç; biri bana sitem ettiğinde ona tokat atasım geliyor, etmeyi ise fazla edilgen buluyorum.

içimden canavar çıktı dün; yağan yağmurla kavgaya tutuştum. yağmura çok sinirlendim beni gırtlağıma kadar ıslattığı için, sokakta ağlamaya başladım aniden. (hiç sevmem, çok saçma.)

insanların anlamamasını anlamıyorum; diretmek nedir ya? neden diretilir?

neredeyse tanıdığım herkes sisteme düşman ama iş arıyor (ben de dahil); ey yükselen yeni nesil! olarak hani gelecek bizimdi? pasif direnişte miyiz evlerimizde acaba bilinçsizce? olmaz gibi ama böyle de.

kafamda bir blog açtım galiba ben; sürekli herhangi şeylerden deneme kıvamında yazı yazıyorum kafamda, ama otomatik kaydetmiyor ve bunun sıkıntısını çekiyorum çok, zira bazen hoşuma gidiyor düşünerek ulaştığım yerler. ve akabinde hepsini unutmuş, başladığım noktaya geri dönmüş buluyorum kendimi. ulaşmışsam kendime katmışımdır bir şekilde tüm o vardığım yerleri -hatırlamasam da-. öyle değil mi?

bir yol ayrımına hiç denk gelmeksizin, dümdüzce uzaklaşıp kopmak bir şeylerden ne kadar da hafifletici. kavga ve gürültüsüz, kendiliğinden bitmesi o şeylerin, veyahut yitmesi demek belki daha yerinde. bu belki yeterince değerli olmayan şeyler için geçerli şöyle bir düşününce, ama sanırım çokça benim yapımla alakalı. her şeyin faniliğine pek fazla inanmak, karar ve sonuçlarından korkmasam da seçim yapmak durumunda kalmaktan hoşlanmamak kaynaklı.

evrenin zamanlamasına yeniden hayran kaldım geçenlerde. yıllardır şahsıma tekme tokat dayak atmakta olan hayat, kaşla göz arasında bana bir çiçek uzattı. bunu da öyle bir zerafetle yaptı ki elimde çiçekle alık alık bakakaldım. zerafet kısmı takdire şayandı ama; iki ileri bir geri kıvamında, burundan getire getire ve elde ettiklerinin kıymetini bilmeyi öğreterek, tatlı-sert diye tabir ettiğimiz bir stilde tutuşturuverdi çiçeğini elime. bir zen atasözünü quantum felsefesiyle birleştirip, o zamanki kaotik şartlarıma ve izole yaşantıma muazzam bir şekilde adapte etmiş, yalnızca inanarak evreni organize etmiş olabilir miyim gerçekten?

"Hiçbir şey yapmadan sessizce otur; ilkbahar gelir ve ot kendiliğinden büyür."

çiçeğin uçuşkan ve taze bir kokusu var, kırları anımsatan ama yabani olmayan. hep bu çiçekten konuşasım var ama betimlersem benim gözümden betimlenmiş olacak sadece, oysa orada, durduğu o yerde benim algımla sınırlanmışlığından çok daha güzel, hiçbir şeyle sınırlanmamış tüm diğer şeylerin kendi gerçeklikleri içinde oldukları gibi...

güzellik ne güzel şey ve onu farketmek ne coşkun bir his. takdir etmesi çok zor ama; onu anlatmak isterken kelimelerin yetersizliğinin acısını duymak, ona sahip olmak dürtüsüne karşı koymak ve onu rahat bırakmak. ama mesela Antoine de Saint Exupéry Küçük Prens kitabında konuya bir de şöyle değinmiştir:


"..güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi Küçük Prens güllere. kimse sizin için canını vermez. buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığım birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur. çünkü benim gülümdür o.."

...


"unutma, dedi tilki, gülün için harcadığın zamandır gülünü bu kadar önemli yapan. - gülüm için harcadığım zaman... dedi küçük prens, hatırlamak için..."



kafam karıştı şimdi. yine kişinin davranışlarında elzemliğine en inandığım kelimelerden birinin vehameti ortaya çıkıyor sanırım bu noktada: Ölçülülük!

ve dikkat etmem gereken bir oluşması muhtemel: acele işe şeytanın müdahalesi.

go home şeytan ya; ben rahatlıktan, samimiyetten ve umarsız neşeden yanayım. az işime karışmazsan...

hepsinin dengesini tutturmak lazım işte. al sana bir diğer mühim şey: mühimmat (serbest çağrışım).

-
konsantrasyonum bozuldu.
-

çorba ettim yine her şeyi, ama ben anladım tümünü sonuçta, bu da yeterince yeterli.

8 Eylül 2009 Salı

Talihsiz Serüven

akıntıya karşı kürek çekmek manasız bulduğum ama her daim yaptığım bi şey, umumiyetle de boş işler konusunda. somon balıkları da akarsuyun tersine yüzerler, efenime sööliyim; işte sığ yerlerde ya da dar bölümlerde tıkış tepiş birbirlerinin üzerlerinden atlarlar ve nihayetinde yumurtalarını sakin ve güvenli bir yerlere bırakırlar. güzel... olayın insan türüne adaptasyonu tam tersine işlemekte sanırım; akıntıya karşı kürek çekip akarsu yatağına ulaşmak prime motive olabilir ama netice aynı değildir; haticedir. hatice: sen akıntıya karşı kan ter içinde kürek çekerken, ulaşmaya çalıştığın yere sandal gezintisi için davet edilen kız. genellikle klimalı arabayla evinden alınır, evine bırakılır; daha zerre ter döktüğü görülmedi.

3 Eylül 2009 Perşembe

mi dersin?

bir yerlere gidilmeli gibi yaşamakta insanlar, ama gidilebilecek hiçbir yer yok arananın bulunabileceği.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

yazmak ihtiyacı duymaktan ötürü yazmış olmak

yazlık kafaları; işi ve gücü ve konuşacakları bitmiş teyzeler, dolayısıyla da dedikodu kazanı. bir abukluk var insanlarda, veyahut bende bir gariplik de olabilir elbet. ev kızı kimliğimden utanmıyorum, hayır; kek-kurabiye yapıyorum mesela ve örgü örüyorum, aferin bana. çoluk çocuk var genellikle burada, kendi yaşıma yakın insanlara ise tokat atmak istiyorum. bir genç var mesela an itibariyle karşımda oturmakta olan; düzgün diye tabir edilen türe dahil hareketleri itibariyle, esintiyle birlikte burnuma şekerli parfüm kokusu geliyor, tatlı kokuları sevmesem de kendisini seviyorum. esintide tatlı parfüm kokusu: hımmm güzel...

31 Mayıs 2009 Pazar

Yaman Çelişki

Görmek istediğini görüyor insan
Bu engellenemez
Ve inanmak istediğine inanıyor
Görmek ve inanmak istedikleri hayata bakışıyla alakalı belki
Ya da görmeye ve inanmaya ihtiyaç duyduklarıyla
Yüzüne tokat gibi çarpan gerçeklerle şekillendiriyor sonra
Gerçek gerçekler insanın kendi gerçekleri halini alıyor
Göreceli oluyor gerçek
Ve öyle olmalı zaten
Ama bu karşılıksızlığı doğuruyor bazen

Çeşitlilik ve renkliliğin aksine bu çirkin
Onun oradan ortaya koyduğuna
Sen buradan bakıyorsun
Ve ne sen onun ne demek istediğini anlıyorsun
Ne de o senin onu nasıl anladığını anlıyor
Gerçek benim için çok değerli
İnanmak istediklerime de ihtiyacım var
Bu yüzden içimde hep bir kavga
Belki inanmaya karşı duyarsız olsaydım
Ya da gözleri gerçeğe kör biri
O zaman tek bir doğrum olurdu
Ve ben sadece onun peşinden koşardım
Oysa gitmek isteyen bir kalbim var
Durmaksızın dur diyen bir aklım
Bu ikisi içimde hep kavga ediyorlar
Güçsüz değilim
Güçlü sayılmam
Çok seviyorum
Gerçekler görmek ve inanmak istediklerimle dövüşüyor
Ve ben karar veremiyorum

1 Nisan 2009 Çarşamba

Öteki

hiçbir şey düşünmeden sevebilir miyiz birini? seçmeden yani... öylesine ve rastgele... ilgiyi çekmeye sebep olan bilinçdışı etmenlerin haricindeki değerlendirme yargılarımızdan kurtulabilir miyiz? ve bu tür bir ikilik mutluluk doğurabilir mi? hani şans eseri, alakasız bir şekilde tanışıp çok keyifli vakit geçirdiğin insanlar olur ya, o tür bir şey işte. hiç tanımadığın ve devamında görüşmeyecek olabilmenin rahatlığıyla, hayatındaki pek çok insana anlattığından daha fazla şeyi daha ayrıntılı anlattığın, her gün birlikte olduğun ve zamanın alışkanlığıyla, istemsiz olarak onların sen algısına göre davranmaya ve olmaya başladığın o insandan sıyrılabilerek, bambaşka yönlerini rahatça ortaya koyabildiğin çok rahat bir sohbeti paylaştığın ve evine dönerken içine- düşündüğünde anlamsız, gerçekten düşündüğünde oldukça ve yüksek derecede vehamet içerdiğini göreceğin ve dolayısıyla anlamlı çıkarımlarda bulunabileceğin- ferahlık ve neşe dolduran birisi. bu tür insanlarla karşılaşmayı çok seviyorum; derinden deniz yüzeyine hızla çıktığında aldığın o ilk nefes veya ürperten bir yaz akşamı serinliği gibiler, hele biraz da ilginçlerse...


olmuyor ama sanırım. yani daha doğrusu bir kereyle bırakırsan güzel kalıyor. geri kalan etiketler arasındaki farklar açıldıkça sürdürülebilirlik şansı zayıflıyor sanırım. bir yerden sonra davul bile dengi dengine oluyor. başka bir düzendeki kuvvetle muhtemel ihtimaller mevcut düzende yitip gidiyor.


12 Mart 2009 Perşembe

İç Kusmuğu

gerçekler hayallerle mi vardır, yahut hayaller gerçeklerle? hangisi hangisini yumurtlar? hayallerimiz gerçeklerimizden mi beslenir veya gerçeklerimizi hayallerimizle mi besleriz? hatta ikisi de mümkün müdür ve kişiden kişiye değişiklik gösteren bir durum mudur bu?
sanki biraz öyle gibi...çünkü içimden bir ses diyor ki, sanki ben birinci gruba dahildim ve ikinciye doğru -en azından zihinsel anlamda- emin adımlarla ilerlemekteyim. hımm.. -ve ardından ultimate observer' ım hemen olaya müdahil olur. (işi bu)- şans faktörü var bir de bu işlerde etkili olan değil mi? ilginç olan şey gerçekten ve tamamiyle hiçbir şeyin umrumda olmayışı artık. çekip gidesim var ve içsel hiçbir korkum yok halihazırda beni gidebilmekten alıkoyabilecek. zor olacak; zor olmalı zira, benim durumum koşullarında öyle. özgürlük hayali kuran esir pozisyonundayım biraz. birkaç prangam var şikayetçi olmadığım, elden bir şey gelmeyeceğinden ötürü. önce memleketime dönmeliyim belki. hem orası rahat ve güzel olan bir şehirdir; kendimi güzel hissettirir. kendimi kapatmalı, yapmam gerekenleri yapmalı, prangaları çözmeli ve yüreğim ferah gitmeliyimdir belki de.
hemen şu an gidemeyecek olma olasılığım katiyen canımı sıkmıyor. gerçekleşen kötü pek çok şeyin pek çok kereler "böyle olması ne iyi olmuş." dedirttiği oldu bana. elbette üzerinden geçen zamanın ardından böyle oldu bu. hiçbir zaman direten biri olmadım. bu özelliğim kafayı kırmaktan çok kereler kurtarmıştır beni. bu huyumu da nuh deyip peygamber demeyen annemin otoriter ebeveynliğine ve burnu düşse eğilip yerden almaz kibirli yaradılış özelliğimin işbirliğine borçluyum; ikisine de teşekkürlerimi sunuyorum. annem otoriterdi de, diktatörlüğe vardırmış değildi hiçbir zaman olayı; bunu belirtmek gerekir. annemi çok severim.
annemle mesela pek direkt duygu ve düşünce paylaşmayız biz. şöyle ki; yukarıda bahsettiğim durumda, annem benim gitmek istediğimi çok iyi bilir. koşullar müsade etmediğinden -başka hiçbir şey değil- gitmemi istemez ama asla bana gitme demez. bense gitmemem gerektiğini bilirim ve şansımı zorlasam elinden geleni yapacağını bilsem de, asla böyle bir talepte bulunmam. ikimiz de bunları çok iyi bildiğimiz için kendini zorlamamalıdır; gereken neyse onu yapacağımı ve bir kez bile surat sallamayacağımı bilmelidir. bu benim ona karşı asla geri ödeyemeyeceğim gönül borçlarımdan yalnızca çok ufak bir tanesinin karşılığı olacaktır ve hayalimi erteleyip kalmayı seçmem -kim bilir- belki de mahçubiyetimi bir parça azaltacaktır.
kafası bulutların üzerinden katiyen inmeyen ama ayakları da asla yerden kesilmeyen biri olarak şapkamı önüme alıp bir düşündüğümde, neyin nasıl olacağını öngörebilmek için kahin olmama gerek yok. kalmam demek işbu halde bir taşla beş kuş vurmak demek. gereksiz (tam manasıyla) bir grup insanın üzerlerine vazife olmayan konuşmalar yapacağını, annemin ve kardeşimin bir parça daha güçsüz ve daha yalnız hissedeceğini, aklımın burada kalacağını ve bu sebeple huzur bulamayabileceğimi biliyorum. kendime maksimum iki yıl veriyorum. hemen gidebilmek kim bilir ne harika olurdu, ama kalmak gitme trenini kaçırmak demek değil. gideceğim...
iki yıl sonra 25-26 yaşlarında olacağım. bence gitmek için muazzam yaşlar. hiç yaşlanmayacakmışım gibi geliyor bana, bir yanım hep yaşlıydı zira. ve bir yanım ciddi kafadan kontak ve bu da bana yaşlanmayacakmışım gibi gelmesine sebep olan bir diğer şey. eheh ne ironi. bir üçüncü gelip-giden özelliğim de çok sıradan bir insan olduğum. bu biraz korkutucu da olsa, pek inandırıcı değil. çok fazla zıtlığı barındıran bir bünyeyim ve kendimi bildim bileli 'normal' olmayı diledim. hımm kime göre, neye göre pek tabii.
çok çabuk alışıyorum, hem varlığa hem de yokluğa. geçen gün, 2-3 ay sonra yaklaşık beş yıldır tek başıma oturduğum evi (mabedim) boşaltmam gerektiği dank etti kafama, içim de cız etti. bir milyon anım var bu evde; sadece en çok sevdiğim insanların girebildiği bu yerde yaşanan bir sürü şey ve onların izleri var, her şeye şahit olmuş eşyalarım var. en önemlisi ise yalnızlığım elbette. tek başınalığa o kadar çok alıştım ki... gelgelelim bu hafif yollu depreşimin hemen ardından hangi eşyaları yanıma almalıyım, hangilerini atmalıyım, almama gerek olmayanlar kimin işine yarar tarzında düşüncelere gark olmuştum bile. ahah... iyi olacağımı biliyorum çünkü. bu evde yalnız olmamın ve bunun bilinmesinin iyi olmadığı durumlar var, bu kadar yalnız olmanın bünyemde kök salmış kötü etkileri var, sırf bu evde yaşananlarla bende derin izler bıraktıkları için kurtulamadığım hayaletler var. bu evin kapanması, içimde yeni bir sayfanın açılması ve -e bilemediklerimden kurtulmam demek. anlayacağınız, bardağın dolu tarafı bana güç veriyor. bunlar iyi hanesine yazılabilecek ama iyimser olmama yetmeyecek şeyler tabi. gittikten sonra yeni düzene alışmam muhtemelen bir ayımı alır en fazla. her şey yolunda giderse ne ala, gitmezse de bakılacak artık ne yapılabilir diye.
böyleyken böyle işte...
içimi döktüm rahatladım.
su?

itiraf dat kam

erkek eli denilen şeyleri çok beğeniyorum, seyretmeyi çok seviyorum.

3 Mart 2009 Salı

LafLafLafLaf

her şey çok belirsiz. ne olacak ki acaba önümüzdeki hafta mesela? hayat hep bayat mı? anlar birbirlerine eklenerek yıllaşıyorlar mı? ben her gün değişiyorum; haftada en az bir gün kendimden uzaklaşıyorum, bir diğer günde kontrolümü kaybediyorum, ertesi gün kendimden nefret ediyorum, öbür gün çok sıkılıyorum, başka bir günde saçma derecede neşeli oluyorum, uyuyamadığım gecelerin uyandığı günlerde ruhsuz, o günün uykusuzluğuyla daldığım derin uykunun kabuslarıyla, o sabah gözlerimi odama mutsuz açıyorum. hafta bitti galiba?!
yaşadıklarıma tamamen yabancı dostlarımın düşmanca eleştirilerine maruz kalıyorum. yaşadıklarımın ve yaşamakta olduklarımın tümünü bilen kimse yok ve artık içimdekilerin bir kısmını bile anlatma ihtiyacı duymuyorum.
bir kitap okuyorum; adı dört ziyafet, yazarı da meir shalev. kendimle ilgili hislerimin çok güzel bir anlatımı var kitapta:
"bir kadının hamileyken rahminde barındırabileceği her şey, acılar, anılar, pişmanlıklar, bir adamın kemikleriyle kaslarında saklıdır. o asla şişip kabarmaz, asla bir çocuk dünyaya getirmez, yalnızca içten içe katılaşıp ağırlaşır, içini taşla doldurur, karnına bir taş, bir taş daha, bir tane daha ve doğuramadığı o çocuklardan ötürü adam bir taş ocağı haline gelir."
erkek doğmalıymışım dediğimde şaka yapmıyorum aslında. bildiğim ve bilmediğim birçok sebepten ötürü kaskatıyım. halbuki ağlamanın veya sızlanmanın ayıp, kötü, saçma ya da yanlış olduğu öğretilerek büyütülmedim. inat ettim belki de kendi kendime. bir çocuk doğurunca geçecekse, geçmesin. çocuğumu kurtuluş olarak görmektense hiç anne olmamayı tercih ederim.
yeni doğmuş bir çocuğu gördüğümde hep ağlamak geliyor içimden. acaba bununla mı alakalı? belki de yeni doğanlar için acı çekiyorumdur, pek iyimser biri olmadığım için...
bugün günümün çoğu sokakta geçti ve farkettim ki fark edilir derecede kendi kendime konuşuyorum yürürken. kendi kendime değil aslında, kendimle ayrı biriymiş gibi ve geri kalan her şeyle konuşuyorum. bir anormallik midir bilmem ama sesli konuştuğum için dışarıdan öyle göründüğü kesin, gülüp durmam da cabası.
geçen gün aldığım tavuğun kemiklerini ayırmıştım kedilere vermek için. yeterince bakımsız bir kedi bulana kadar bayağı bir yürüdüm. halbuki dünyanın en naif düşüncesiydi bu; arkamı döndüğüm an 20 tane kedi olay mahalline üşüşecekti ve benim sıska kedim yine aç kalacaktı. doğanın kanunlarına göre yok olup gitmesi gerekiyor değil mi zayıf halkanın? ve demek ki hepimiz ne kadar da güçlüyüz. bu düşünce beni güldürdü. erkekleşen kadınlarımız ve kadınlaşan erkeklerimizle gerçekten çok garip ve ürkütücü değil miyiz? neyse... kedilere laf atıyordum yürürken "eüü tipsize bak!" filan gibi. bir an aklıma kedinin birinin de içinden: " hadi len sen kendi tipine bak!" ya da " sen beni bir de önceki hayatımda görücektin şekerim; sana 10 basardım!" demekte olabileceğini düşündüm. hayvanlarla laf dalaşı yapabilsek bayağı komik olabilirdi gibi.
benimle susup oturabilecek sükunet sahibi birini istiyorum yanımda, pire için yorgan yakmayan, basit mevzular için ortalığı velveleye vermeyen, çok fazla şaşırmayan, suskunluk anlarında aklıma konuşacak bir şeyimiz yok düşüncesini getirmeyen, sakin, tane tane konuşan ve sorulara net cevaplar veren biri. "bilmiyorum."u da bünyesinde barındıran net cevap tanımı bana her zaman susarken işlemeye devam etmekte olan bir kafanın göstergesiymiş gibi gelir. gözlemlemeyi ve -yanlış veya başkalarınca alakasız da olsalar- tespitler yapmayı pek çok sevdiğimi söylemiş miydim? her neyse, böyle biri hem yalnızlığımı bozmayarak beni korkutmaz, hem de yalnızlığımı paylaşarak biraz daha sakin ve dengeli kalmamı sağlardı.
buradan gitmek istiyorum bir de; öyle ya da böyle gideceğim hatta. mutlaka bir yere ait hissetmeliyim duygusuna sahip değilim ama burada iyi de değilim. hiçbir yere derhal kök salma isteğim yok ve aradığım ideal olanı bulmak değil. kendimden başka güvenecek hiçkimsenin ve alıştığım hiçbir şeyin olmadığı bir yerde kim olacağımı görmeyi istiyorum. bilinen çözümleri öğrenerek, bildiğim bir düzene entegre oluvermek istemiyorum. böyle bir olasılıktan da kaçıyor değilim ama istediklerimin gerçekleşeceklerinden de eminim.
laflarımı dizdim, uyumaya gidiyorum.

26 Şubat 2009 Perşembe

Peşine Vermek

vallahi işin açıkçası kelimelerim tükenik, duygularım tükendiğinden sanırım. değişik kafalardayım şimdilerde. umutsuzluk yok, yine de hissizlik var. ayaklarım yere basıyor yavaş yavaş sanırım. özlemim yok, isteğim yok, beklentim yok. işin garibi bu durumdan gayet memnunum. kimse beni üzemez. oh ne ala mualla...

gördüğümüz olandan ibaret olan mı yoksa gördüğümüzden ibaretin altında yatan mı? gerçeğin peşinde değilim; en azından bir karar verebilip kendimi ikna etsem yeter. sanmaktan fazlasını yapabilmenin peşindeyim.

15 Şubat 2009 Pazar

Her Masalın Sonunda Ölüme Aşkını Anlatan

bitsin artık. hiçkimse kalmasın. çekilip gidilsin hayatımdan. ve ben sevmenin ve sevilmenin bu kadar zor olmadığı bir yere gideyim. hiçbir şey istememiştim sizden. hiçbir şeyi vermek bu kadar mı zordu?

14 Şubat 2009 Cumartesi

Ardından

alışkanlık ne sokulgan ve yalnızlık ne nankör şeymiş meğer.
bu kez sağlam afalladım.
bir yastık, tam benimkinin yanında ve ortasında bir başın açtığı oyuk.
belki de rüyamda o başı göğsüme yasladım.
belki de bu yüzden aynı oyuğun yüreğimde de açılması.
ve burnumda asılı kalan kokuyla şahlanan, tüm o uğraşlarla zar zor evcilleştirdiğim tutkularım...
karanlıkta korka korka ve başka şansımın olmayışıyla, yıllarca birlikte yaşayarak sevdiğim kaskatı yalnızlığım...
gözlerim ise özlüyor işte.
şimdi ne olacak?
her şey karıştı ve yaşanmışlığın karışıklığı beni ahengine kattı.
bu karışıklığı düzenlemek istemiyorum; tatlı anılarıyla öylece dağınık kalsın.
oysa hayatın gerçekliği ve zamanın akışı beni geri çağırır.
verilmiş solukların ve sinmiş kokuların dağılıp gitmelerini sevmesem de, pencereleri açmalıyım.
gözümün önüne gelen anılar kısa zamanda solmalılar.
yaşanmışlık izleri temizlenmeli, hiç yaşanmamış gibi sanki.
çünkü bir hayali yaşatmaya başlamamalıyım.
yıllarım tam burada, tek başıma geçti ve geçen onca yılı yalnızca birkaç gün ters yüz etti.
tamam sakin...
bu bir yanılsama.
mutlu olmak, istemek, özlemek ve alışmak ayrı şeylerdir.
yıllarla anlar aynı değillerdir.
hepsini ayırmalıyım şimdi.
ayırdığım her bir duygu, düşünce ve anıyı yerlerine oturtmalıyım.
bu yerlerin sağlam mantıkları olmalı ve gerçeğe döndüğümde hiçbiri bir daha aklımı ve kalbimi bulandırmamalı.
bunların tümünü ben yapmalıyım.
yokluğa her zamanki gibi yine ben alışmalıyım.
artık yoklukla barışmalıyım.
her şey geçer sonuçta.
yalnızca geçmezden evvel kimileri gitmeyi, kimileri de kalmayı seçmiştir.
işte o kadar...

20 Ocak 2009 Salı

Olan

kafamın içine oksijen dolduğunu hissediyorum; zihnim berraklaşmakta ve düşüncelerim netleşmekte. beni kendime döndüren, beynimi düşünmeye iten şeyler var; bir kırılma, bir dönüm noktası, bir devrimin ayak sesleri gücünde. bir şeyler değişecek. ve hatta değişmeye başladı bile. anlamlandıramadığım hangi dürtü, sebep, istek, isteksizlik, kontrol, düşünce, tavır veya hareketi bu koşulları oluşturdu bilmiyorum, bilmek ya da anlamlandırmak için kendimi zorlamıyorum. hayatımda ilk defa birinin beni sömürmediğini hissediyorum; bu ilk ise tek değil ne mutlu ki. hem çocuk hem kadın, hem toy hem olgun, hem öyle hem böyle olan birçok şeyi yaşıyorum sırayla kendi içimde, ama onun yanında; sanırım yaşım neyse ben öyle olabiliyorum ve bu ne mutlu olan bir diğer ilk. tedirgin olmuyorum, yargılanıyorsam da buna alınmıyorum; ne akıllı ne aptal, ne güzel ne de çirkin hissetmiyorum kendimi; belki kendimden çıkıyorum ve belki de sadece kendim oluyorum.
her şeyi arzuladığım gibi olmayışıyla olduğu gibi bırakmanın kıyısından döndüğümden sanırım, hiçbir şey istemiyorum. gidişinin ardından yine gözyaşı döktümse de, bana mutsuzluğu o anla sınırlatan bir dizi şeker tadında anın mutluluğu vardı hafızamda. buhran denen illetin etkilerine karşı koyacak neşeli bir umursamazlıkla var olmuşluğunu var olmuş olduğu anlarda bıraktım, yokluğunu aklıma getirmedim bile.
ne hissedip ne düşündüğünü, neyin ne olduğunu ve elbette ne olacağını bilmiyorum ve düşünmüyorum ve artık umursamıyorum. bunun nedeni neyin olmayacağını net bir şekilde bilişim de olabilir, bir kez kaybetmeyi göze almış olabilmenin getirdiği kayıtsızlık da.
nihayetinde ortada gülüşünün bana güç verişi gerçeği var. bu, dönüşümüme ivme kazandıran etmenlerden yalnızca bir tanesi, geri kalanları hem benim içimdeki hem de hayatımdaki bazı şeylerin miatlarını dolduruşlarıyla temellenen bu dönüşümün karşılaştığı birkaç hoş tesadüf.
bilmekle, anlamakla ve farketmekle kalmıyorum, bir şeyler yapıyorum ve buna devam edeceğimi biliyorum. bundan böyle bildiklerimin beni esir almasına izin vermiyorum.

4 Ocak 2009 Pazar

Ulusa Sesleniş

yeni yıla girmiş gibiyiz ve adetten birkaç kelam etmek gerekir gibi...

belki de içerisinde ölecek olabileceğimiz bir yılı kutlamakta herhangi bir ilginçlik bulamıyorum. çok iyimser biri olmadığım sır değildir ama düşüncem bu.

yaşamayı da aksi gibi bir o kadar sevmekteyim. bu çelişkiyi akıl alır mı? benimki alıyor. bendeki sorun da bu belki, absürtlükleri olağanda birleştirebilme yeteneği. sanırım yetenek dediğin de reklam gibi bir şeydir, iyisi kötüsü olmayabilir.

yeni yıla kalanları bırakıp kalanlarla bırakarak girdikten tam da iki gün sonra kuantum fiziğiyle ilgili bir belgesel izledim evde. "naapıcam ben lan bu hayatımla?" diye evde pineklerken, "e hadi şunu izleyeyim bari artık." düşüncesiyle aylardır evimde yere paralel uzanmakta olan dvd yi izlemeye koyuldum.

bundan birkaç zaman sonra "bir film izledim hayatım değişti." der miyim göreceğiz. düşüncelere gark olmuşken, dürtüşüyle bana bu belgeseli izleten şeytana teşekkürü borç bilmekle yükümlü olduğumu söylemekte bir sakınca görmüyorum. gerçi o şeytan dediğim kendimin ta kendisi de... müthiş bir aydınlanmanın ışığıyla parlar hale gelmedim elbet, ancak hayatımda ters giden şeyleri çözümlemekle alakalı birkaç tüyo da kapmadım diyemem. şahsıma yöneltmekte olduğum haksız suçlamalarım varmış; kendime bayağı bir yüklenmişim. bu haksızlığın bilincine varır varmaz uykularımdan en azından dayak yemiş gibi uyanmamaya başladığımı söylesem fazla mı komik kaçar?

yalnızlıktan hiçbir zaman kaçmadım. zaman zaman kendisinden korksam da bana pek zor gelmiyor onunla yaşamak. bu yüzden ilgiye ihtiyaç duymam pek. ihtiyaç duymayışım yalnız da hissetsem ihtiyaç duyulan biri oluşumu bilişimdenmiş meğer. bu durumu yaratmak için pozisyonumu bir koza gibi ördüğümü biliyorum. dolayısıyla dolaylı yoldan insanların bana ihtiyaç duyuşuna bağımlı biri olduğumu farkettim.

herhangi bir özelliğimin mevcudiyetinin bir başkasının onaylayışıyla olumlanır hale geleceğine dair komedi bir inancım da vardı; kendime olan inancım başkalarının algı kapasitesine ve dil keyfiyetine bağlıydı. halbuki kendimi karşıya ifade ettiğim ve karşı tarafın da bunu algılayabilişi kadardır karşımdakinin zihnindeki imgem öyle değil mi? ayıya, "neden ilişkilerin böyle karmaşık?" diye sormuşlar; "kendi düğümümü kendim atarım." demiş.

algımı değiştirmeliymişim bir de, ki algımın seçtikleri de değişsin. "o zor değil; birkaç telkine bakar." der çıkarım işin içinden. ben ki telkinle kibirin yüksek tepelerinden mütevazılığın izzetinefissizlikle karışmaya başladığı dipsiz kuyulara kadar inmiş birisiyim. oralarda bir yerde kaldım ama merak etmeyin. paul auster' ın yanılsamalar adlı kitabında baş karakterine söylettirdiği güzel bir lafı var mesela: "hayatımı yeniden kurmak istiyorsam, önce onu mahvetmenin eşiğine kadar gelmeliyim." diye. radikal bir değişimin başladığı yerle zurnanın zırt dediği delik aynı noktadır özünde bence. aksi takdirde yapılacak modifikasyonların ufak çaplı bir iyileştirmeden öteye gidip gidemeyeceği bile muallaktır. inat kaynaklı olmadıkça fazla irade gösterebilen biri olmayışım da bir sebep teşkil edebilir bu söylemime elbette. zira keyfime veya alışkanlıklarıma kolaylıkla yenik düşebilirim.

onulmaz denilen pek çok yaralar açılıyor sinemizde. geçip gidiyor ama zamanla. zamanla mı gerçekten yoksa başka şeylere yönelen algımızla mı yoksa yeni şeylerin peşine düşen nefsimizle mi orası biraz şaibeli.

tarihimin tekerrürünü sevmiyorum; tekerrürü kader haline, tekerrüre sebep olan şeyleri özelliklerim haline getirmeyi istemiyorum. her zaman dönüşümden yana oldum. dönüşmek için yeni bir yol buldum. bu yol ucundan kıyısından aklıma yatıyorsa, gözümde denemeye değerdir.

mutluluğun diğer değişkenlere bağlı olmayan, her daim insanın kendinden geçen bir şey olduğunu düşünürüm. izolasyonum da kendi kendime de mutlu olabilmeyi öğrenmek içindi. bu inzivaya çekilmek, aza kanaat etmeyi öğrenmek değil, yalnızca kendimle, her şey ve herkesten bağımsız da olabileceğimi kendime kanıtlayabilmek için sınama kıvamında bir şeydi. bünyemde tüm dünya ve tüm içindekilere karşı fazlaca tutku ve çok daha fazla sevgi var. tutkumu törpüleyebilmeliydim yoksa yaşantımın şu kısmında sinir krizleri geçiren biri olabilirdim. başarmasına başardım ama bir şeylerden koptum o arada; belki de fazlasıyla kendime döndüm. yeni bir sınamam var yeni yılda: oldurmuş olduğum kendimi, olmasını istediğim şekilde dünyaya entegre etmek.

naiflik var bende biraz galiba. itiraf etmeliyim ki dünya için ne dilersin diye sorsalar, gerzek güzellik kraliçesi adayı kıvamında 'barış, dostluk, kardeşlik' filan gibi bir cevap verebilirim. insanlar arasındaki her konuda ortaya çıkan bu anlamsız anlaşamamazlıklar canımı sıkıyor. ben de yaşıyorum ama onların iletişimle alakalı olanlarından. herneyse...

dileğim herkesin olmasını dilediği her şeyin gerçekleşmesi. bindik yeni bir alamete, gidiyoruz yine aynı kıyamete olmasın ama. kendi adıma dileğim de budur...

işte benim yeni yıla giriş lakırtılar topluluğum aşağı yukarı böyle. olduğu kadar artık...