"This is where the one who knows, meets the one who doesn't care..."

29 Mayıs 2008 Perşembe

Kanadını Taktığımın Sevgisi

farklı olmalı her şey, çok daha farklı. sen, sen değilsin. ben, ben değilim. herkes farklı olmalı. sana baktığımda görebildiklerimi, ağzından da duyabilmeliyim; bana baktığında gördüklerin ise sana dair değil ne yazık ki. suskunlukta anlaşabiliriz, bu hiç zor değil; kelimeler karıştırıyor çoğunlukla, söylenmek istenenler ve söylenebilenleri. doğru yer, doğru zaman gerçekten doğru mu? doğru dediğimiz insan çoğu zaman yalan. herkes doğrudur belki de. kimse kendi değilken, bize yanlış geliyorsa, farklı olmalı her şey, şimdiki oluşundan farklı.

düzeltmeye bir yerden başlamalı. seni sana anlatabilmeliyim; sevişimin güzelliğine, güzelliğinin niyetime bağlı olmadığını. doğru yer, doğru zaman yok olmalı; onlardır bekleyişin ve kaçırışın suçluları. çünkü sen, sen değilken, benim doğru yerim ve doğru zamanım senin yanlışın. sen doğru musun bana veyahut ben sana? her şey farklı olmalı, her şey sevmekle başlıyorsa şayet. ben seni seviyorum; seni kendime istemeden. özünü gizinden sıyırmaya çalışıyorsam; doğruluk kuşkusu bertaraf olmalı. seni özgürleştirmeye çalışırken ben de kurtuluyorsam zincirlerimden; sevmek böyle bir şey olmalı.

bir yerden başlamalı; yüreğinin kapaklarını kaldırmalıyım önce, ardından da sanırım biriken tozları üflemeli. tüm bunlar ise yaralarını temizleyip sarmaktan çok daha güç olacak gibi. sen, sen değilken, kendini engelleyişin en zorlu engelim. kendimden yola çıkmalıyım belki; kendimi ortaya koyuşumla sana bir fırsat vermeli. kimlere ve nelere göre yaşadığını öğrenmeli ve uzun zamanlı yalnızlığın sana etkilerini. dökmeye başlarsan yüreğinin eteğindekileri, belki saçlarını okşayarak seni biraz cesaretlendirmeli.

bir yerden başlamalı anlatmaya sana seni. ancak doğru yer ve doğru zamanın doğruluğu henüz bertaraf edilmedi. yanılgıya düşüp beklemeli mi? beklersem ve kaçırırsak sonsuza dek tutsak tutacağız kendimizi; her zaman, herkes için yanlış olmaya hükümlü kalacağız. böyle yitip gitmemeli. kimse kendi değilse, herkes bekliyorsa kendini kendinden kurtaracak birini, bulmuşken birbirimizi kendimize tutsak; özgürleştirmeli. sevmekle başlayarak dünya böyle değişmeli.

beni koyduğun yere ait değilim; al oradan beni. seni koyduğum yere ait değilsin; anlat kendini.
baştan kartlarımızı açık oynamazsak, dönemeyiz verdiğimiz peşin hükümlerden geri. sözüm verildiyse, yolun asla yarıda, elin asla havada kalmayacaktır. kaderlerimizin bu ortak cilvesi gerçekten tesadüfi mi? ben beklerken sen çıkageldin, sen ararken beni buluverdin. oysa sözde ne benim doğrum sen, ne de senin doğrun bendim. farkına varınca her şeyi farklılaştırmalı öyleyse, doğru bellenenler bertaraf edilmeli. inanca dahil olan her ne ve her kim olursa olsun vazgeçmemeli. kuşkularından kurtul önce; benim sana inancım hiçbir zaman ihtiyacımdan beslenmedi. bunca zamandır mutsuzsak, farklı olmalı demek ki. başlangıç inançtan besleniyorsa bulur nihayetini. insan seviyorsa özgürleştirmeli...

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Ampulün Hası: Daniel Gildenlöw

dün gece (18'i) Pain of Salvation konserine gittim. Galatasaray Üniversitesi Festivali kapsamında gelmişlerdi; x bir ülkedeki x bir üniversitenin festivaline, kitlelerinin çeyreğinin çeyreğiyle bile buluşamayacakları aşikar olan bir organizasyon için, yine de umursamayarak gelmişlerdi. pardon, umursayarak... ve adeta başlı başına bir konsermişçesine çaldılar; sadece onları sevenler için de değil, hepsinden önce kendileri için olduğu çok belli olarak çaldılar, yaşayarak. müziği bir yaşam felsefesi olarak duyumsamanın nasıl bir şey olduğuna şahit oldum. daha önceleri de olmuştum elbet, ama bu tecrübede farklı olan, muhalif tavırdı. müzik; evet bir yaşam biçimi, ancak daha önemlisi dünyayı değiştirmek için bir araçtı. belli ki aydınlık zihinleriyle yazdıkları sözleri, güzel kalplerinin ezgileriyle birleştiriyorlardı. o an insanlara böyle ulaşabilmenin nasıl bir his olduğunu düşündüm; bir şeyleri değiştirmenin etrafındaki bir avuç insanla cebelleşmekten ibaret olmadığı, insanların yazdıklarını anlayabilmek için tekrar tekrar okuduğu, o sözlerin hissettirdiklerini gözlerini kapatıp kendini senin yerine koyarak duyumsamaya çalıştığı, seni dinlemeye gönüllü olduğu, gerçek bir değişimin kaynağı olmak ve ben bunu tahayyül edemedim. sadece bunun nasıl bir güç olduğunu ve kim bilir nasıl bir ego tatminine sebep olduğunu kestirebilmeye çalıştım ucundan. o muhtemelen yanından geçmez kestirebilme bile, benim bu iyi, güzel, duyarlı, çalışkan, üretken ve alçakgönüllü insanlara tekrardan ve daha fazla hayran olmama neden oldu; bunca hayranlığı sindirebilmek gerçekten çok zordu. belli başlı zorlukların içinde, lanet etmek ya da uzak yerlerdeki diğer sıkıntılı insanlarla özdeşleşmek kolaydır. oysa o 'ileri medeniyetler' seviyesini belirleyen, her şeyiyle bağımsız, her şeyden uzak, ferah ve refah içindeki ülkelerden birinde doğup büyüyerek, buna rağmen dünyanın tüm o acısını yine de duyabilecek kadar duyarlı olabilmek ve daha da önemlisi buna katlanamayıp, mutlu mesut yaşama devam etmektense, engelleyebilmek adına belli bir yola baş koyabilmek, çok daha takdir edilesi kanımca.

kampüs kapısından girdikten sonra aşağıya doğru sallanılan yerde, ufak çaplı bir kalabalık gördüm, sakin. daha çok 15-20 kişilik bir arkadaş grubunu andırıyordu bu kalabalık. beni kapıdan alan arkadaşım dönüp "fotoğraf çektirmek ister misin?" dedi, gülerek; dalga geçiyordu. ben anlamadım. sonra kalabalığın ortasında grubun solistini gördüm. kalabalığın ortasındaydı evet, ama boğulamıştı ve sıkılmamıştı, gülümsüyordu. yerleştirildikleri yerin kapısına çıkmış, geçenlerle sohbet ediyor, fotoğraf çektiriyor, imza veriyordu. dikkatim o yöne yöneltilmeseydi farketmezdim bile. baktığım ilk anda da farketmedim zaten. abartısızdı; her yerin insanı, dünya insanıydı. oldurması zor olsa da olması gerektiği gibiydi aslında ve olabilişi şaşırtıcıydı. oradan biriymişçesine alabildiğine samimiyetle yaklaşıyordu herkese. kimse de onu sıkmıyordu doğrusu. sevildiğini biliyor ve bunu minnetle karşılıyordu, mahçup."böyle bir şey olmalı." dediğimi hatırlıyorum. tam olarak ne için söylediğimi bilmiyorum ama. kafama düşünceler, kareler, konuşmalar üşüştü bir anda, karıştım. "sevmek böyle bir şey olmalı." demiş olmalıyım ya da "aydınlık olmak.", hatırlayamıyorum. sonra bizim ünlülerimizden bazıları geldi aklıma; bir hiç için koruma ordusuyla gezen, onu sevenlerden tiksinen, utandım. sonra toparlandım. "onlar değil." dedim, "onlar kukla, onlar piyon.". kendini tanımanın, sindirmenin, ne kadar ve nereye kadar olduğunu bilmenin elzem olduğuna bir kez daha inandım. bizdeki asıllar geldi aklıma sonra; sokakta yürüyebilenleri, tanıdıklarını anladıklarına gülümseyip selam vererek. ardından diğerlerine de hak verdim. fanatizmin tehlikeli sularına kaynak teşkil ediyorlardı; ölümüne, öldüresiye seven insanlar tarafından tehlikelice seviliyorlardı. tehlikelice sevenler de böyle oluşlarından dolayı suçlanamazlardı; asla olamayacaklarını bilerek, tutsakça seviyorlardı ve bu yüzden umutsuzluktan beslenen hayranlıklarını zarar vererek gösteriyorlardı. onlar da masumlardı.

hiç kimseyi suçlayamayarak nereye varabilirdim ki? böylesine kördüğüm haline gelmiş bir yanlışlar yumağını nasıl çözebilirdim, hiçbir şey tek bir sebebe indirgenemezken? (belki de cevap 1.tekil değil 1.çoğul düşünmem gerekliliğindeydi.) sonra herhangi bir sonuca ulaştıramadığım düşüncelerimin ortasında durup, o adama baktım. öyle ya da böyle, bir yerden başladığı ve sapasağlam devam ettirdiği için ellerine sarılasım, onları öpesim, kendisine teşekkür edesim geldi.
beni tutan neydi?
-kendimdim.
yapmadım.
bu yapmayışın içinde heyecan, içinde coşku, içinde utangaçlık, içinde duyarlılık, içinde farkındalık vardı.
öpmek isteği duyduğum ellere baktım, sonra da kendiminkilere. şeklen bir fark bulamadım aralarında. böyle bir şeyin yapılmasına gerek yoktu; hem utanır hem de utandırırdı bu hareket. bir fark yoktu, aksine 'bir'lik vardı. daha büyük, daha küçük, daha iyi, daha kötü yoktu, aksine 'aynılık' vardı ve bu gerçek o adamın tavrındaydı. yalnızca 'kendini ortaya koyuş' kafa karıştırandı. yine de düşündüm ve bu kez de sormak istedim: "ne okudun, ne yaşadın, neleri ve nereleri gördün, kimleri tanıdın da sen böyle biri oldun ve biz olamadık?" aklıma dream theater' ın 'the way your heart beats makes all the difference in learning to live.' sözü geldi. anladım... yine tuttum kendimi ve sormadım.

oldum olası ünlülerle fotoğraf çekilme konseptine karşı oldum, sıkboğaz edilmekten de etmekten de hoşlanmadığımdan belki de. ya da kimseyi kimseden üstün görmediğimden veyahut küstahlığımdan. kim bilir... hiç tanımadığım ve tarafından hiç tanınmadığım bir insanla, bir zaman aralığında aynı atmosferi paylaşışımı belgelendirmeyi ve buna karşı tarafı da zorla dahil etmeyi anlamlı bulmuyorum, ama bu aydınlık adam, aydınlığı yumuşacık üzerine geçirmiş, zerrelerinde süzmüş, iliklerine kadar sindirmiş bu adam bende bir tanışıklık hissine sebep oldu. aydınlığı korkutucu değildi; küçük kibritçi kız masalındaki büyük zengin sofralı, gürül gürül yanan şömineli, sevgiyle dolu olduğu besbelli olan, oraya ait olma isteği uyandıran oturma odaları gibiydi; sıcak, güvenli ve sevimliydi. "gel, fotoğraf çekilelim." dedim arkadaşıma, çekildik. daha biz teşekkür edemeden, o bize teşekkür etti gülümseyerek. birbirimize baktık, şaşkın. "neyse..." dedik mutlu; "bu da böyle bir şeydi işte." ve konser alanına doğru seyirttik...

18 Mayıs 2008 Pazar

Geceden Gönüle

bir nefes alımlık sükunet elzem şu an benim için; bir nefeslik kafidir, yoksa yiticem şu bir kısmı geçmişten kopup hücum eden, bir kısmı bugüne ait, bir kısmı da geleceğe dair tasalarımdan oluşan duygulanımlarımın arasında. bunca mı mutsuzdum ben gerçekten? dünyada o kadar olup bitenin yanında benim yaşadıklarım devede kulakken, yetinemedim mi ben? neden? oysa farkındalığın fark yarattığına inanırım. olan biten her şeyin bilincindeyken, neden bu geceye aidiyet? o kadar uzun süreler mi saklandım? bu yüzden mi bu kadar alıştım? gündüzleri zorla yaşıyorum; bunu kendimden sürekli saklamaya çalışıyorum. yeni güne her göz açışım, geceye yeniden ulaşabilmek için adeta. gecem ve gündüzüm yer değiştirmiş, hayat benimle oyun oynuyor gibi. günlerim gece asıl, gündüzlerim ise uyku. gündüz boyunca evde yatıp, hava karardıkça canlanmaya başlıyorum ve gecelerimi bir sandalyenin üzerinde günün ilk ışıklarıyla buluşturuyorum. 'vakitlice yatmak' bana ezelden yabancı, gündüzler bomboş ve geceler alabildiğine anlamlı. elbette bu demek değildir ki gündüzlerden nefret ediyorum. ancak yalan söyleyemem; geceleri daha rahat yaşıyorum.

karanlık güvenlidir; insanı saklayışından ötürü değil, aksine, kendini apaçık ortaya koyabilmesi için cesaretlendirişinden. bu yüzden gece 'tehlikeli' diye etiketlenmiştir, oysa gündüz herkesten sakındıklarını, geceleri bütün çıplaklığıyla ortaya koyar insanlar. gözbebekleri irileşir; gündüzleri baksan da göremeyebileceğin ayrıntıları, gece mutlaka yakalarsın ve baktığın diğer gözbebekleri irileşmiş gözlerin ardında, kalplerin sakladıklarını çok daha iyi anlarsın. belki de bu nedenle geceleri daha güzel gözükür insanlar, bazen de daha gizemli, ortaya çıkan karanlık taraflarından ötürü. en özel ve samimi sohbetler, itiraflar, içinden geldiğince danslar, en sıcak kucaklaşmalar, kalbini döktüğün yazılar, ruhunun gözyaşları ve daha niceleri hep bu nedenle geceye sarılı, geceyle sınırlıdırlar. gözünü açtığın ilk anda ise pişmanlık başlar. gündüz: utandırandır, kendin olduğun için seni vicdan azabıyla kıvrandırandır. gece seni seninle paylaştıkları için minnetli pırıltılarla bakmış olduğun gözleri, gündüz onlardan kaçırırsın; ipin ucunu kaçırmışsındır sanki, olman gereken gibi değil de olduğun gibi olumuşluğundan kaçarsın. gündüz: geceyi ayıplayandır. geceler hediyemse, gündüzler benim cezamdır.

sevdiğim herkesi gecelerimde istiyorum; onlara en çok geceleri ihtiyaç duyuyor, onları en çok geceleri özlüyorum; koskocaman evimizin içinde herkesin bir odası olsun, akşamları salonda buluşulsun ve sabah olana dek orada oturulsun istiyorum. ayrı kalmak bazı şeyleri daha açıkça görüp, daha doğru anlamlandırmaya sebep olsa da, daha fazla ayrılık istemiyorum. bu gece özlem kalbimi sıkıştırıyor; doğduğum yerde bırakmak zorunda kaldığım, farklı şehir ya da ülkelerce ayırıldığım, aynı şehirde de olsam yine de ayrı yaşadığım insanları dizimin dibinde, gözümün önünde istiyorum.

doğduğum topraklarda edindiğim dostlar:
nedir sizi bu kadar kıymetli kılan? niçin bu kadar özelsiniz? onca yıllara rağmen, nasıl temel sınırları koruyabildiniz? benim değil, ama benimle olduğunuz için kendimi çok şanslı sayıyorum, özen ve saygınızı asla kaybetmediğiniz için bu gece hepinizi çok daha fazla seviyorum. bu kadar sevgi ise canımı yakıyor. size sesimin çıkmayacağını bilirsiniz, buna güvenerek sınırlarımı ihlal edin, beni yakın, beni yıkın, beni kırın, beni dökün, beni hiçe sayın istiyorum. lütfen... hepinize yalvarıyorum. anlamıyor musunuz? siz tüm bunları yapmadıkça, yaşadıklarımla daha çok yaralanıyor, daha da kötüsü; daha iyi dayanıyorum. çünkü siz böyle oldukça ben size güvenerek insanlara inanıyor, umut etmeye devam ediyorum...

17 Mayıs 2008 Cumartesi

?

her daim karmakarışık bir zihin, sadık bir kalp ile, bir yandan yaşama odaklanıp bir yandan nasıl koruyabilirim kalbimi yaralanmaktan? bu yüzden hep geç kalıyorum; gece-gündüz tetikteki algılarımın yakaladıklarını duygularımın etkisinden kurtarmak kolay oluyor da, binlerce alakasız konuyla bulanmış zihnimi berraklaştırıp, algı uçlarıma takılan uçuşkan ayrıntıları olay örgüsü içinde anlamlandırıp, taşları yerlerine oturtana kadar, olayların akışına yön vermek için çok geç oluyor. sonunda bana yalnızca nokta veya virgül koyma kararı kalıyor. gerçi etki etmek değil ama, müdahale ederek koruduğum mevcudiyet bana yavan geliyor. belki de konduramadığımdan bu geç kalışlar; anladım ki anlamak yetmiyor, elimden de daha fazlası gelmiyor. artık üzülmelere üzülmüyorum; vazgeçmek, dönüp gitmek beni eskisi kadar zorlamıyor. bu iyi değil. en kötüsü ise artık hiç şaşırmıyorum, acaba taşlaşıyor muyum?

6 Mayıs 2008 Salı

tedbir-i kelamda ferahlık yanılsamasının infaz bildirisi

hem cebren hem de hile ile despot olduruldum, üslubumca oldum. içim dışımdadır; bakmamışsınız madem, daha fazla derdinizin dermanı, derdinizin hammalı olmamayı seçiyorum. ellerinize kalbimi emanet ettim; ben cesurdum, oysa siz mahallenin en gözükara kasabı çıktınız. kartlarım açık, şartlarım belli, sınırlarım iyi niyetinizceydi. beşerseniz elbette şaşarsınız; şaştıklarınızla vardınız ve ben şaştıklarınızı anlattığınızca arkanızdaydım, anlardım. genelin ve değerlerin yargıları kulaklarımın arkasındalardı, zira özünüze ulaşma yolunda, özelinize bağlanmıştım. paylaşımın olduğu yere, ben kolayca alışırım, bir de paylaşılanlar kıymetliyse, ben paylaşanı başımın üzerinde taşırım; öyleyse inancımı alaşağı edişinizin ardından, şimdi ben sizi başımdan indirip acaba nereye koymalıyım?! pek çok zamanları birlikte geçirdik; aralarında talihsiz, aralarında kötüleri de olsa, birlikte daha güvende değil miydik? siz tüm bu zamanları bir 'an' için hiç yaşanmamış sayabildiyseniz, demek ki ben sizi bunca zamandır boşuna saymışım, belli ki asıl ben yanılsamışım.

-mide bulantısı-

neyse...

- şu andan sonra, sormadığım soruları kurmaca açıklamalarınızla cevaplayarak, boşuna kendinizi aklamaya çabalamayınız.
- ve ben alıp başımı giderken, lütfen siz olduğunuz yerde kalınız.

yazımı Dream Theater' dan üç alıntıyla noktalamak istersem şayet:

every time you choose to turn away

is it worth the price you pay?

is there someone who will wait for you one more time, one more time?!

-

Hypocrite:

How could you be so cruel and expect my faith in return?

Resistance:

Is not as hard as it seems when you close the door

I spent so long trusting in you

I trust you forgot just when I thought I believed in you

It's time for me to deal; becoming all too real living in fear

Why did you lie and pretend?

This has come to an end

I'll never trust you again

It's time you made your amends

Look in the mirror my friend!

-

kıssadan hisse:

Don't expect your own Messiah

This neverworld which you desire is only in your mind...

-

gelmiş geçmiş olsun...

5 Mayıs 2008 Pazartesi

- aranılış, bulunuş -

deniz: mutluluğu yaratabildiğim yegane yer; ister içinde, ister kıyısında, isterse yalnızca görüş mesafesinde olayım, hiç farketmez. tüm hücrelerimi yaşamla ve onun sevinciyle doldurur. sırtımdan yükümü, gözlerimden yaşlarımı, zihnimden gölgeleri, kalbimden sızılarımı ve karşılıksız iyiliklerimi alır, alır ve yutar, yutar ve asla kusmaz, yutar ve asla sürüklemez akıntısında. hiçbir zaman kuşkuya yer bırakmaz; bırakmaz çünkü yok eder tümünü, geriye arınmış, berrak bir zihinle yepyeni bir ben kalır; benin içinde ise malumunuz, yalnızca sevgim vardır. o an evreni duyumsarım alabildiğine ve evrenin içinde denizi, denizin içinde kendimi. yalnızca üçümüz oluruz ve bu üçlü mutluluğu doğurur. ilkbahar ve yaz, sonbahar ve kış... ne mevsimler ne mevsimlerin ayları ne de mevsimlerin aylarının sıcaklık ya da soğuklukları engelleyebilir ona ulaşmamı. bilmem neden, en çok ona ait hissederim kendimi. en çok sevdiğim anı; tüm vücudum yüzeyinde serbest, kulaklarım içinde, yüzüm gökyüzüne dönük, dingin salınışlarında dinlemek yaşamı; birkaç dakikalığına tüm olma savaşları ve oldurulma çabalarının anlamsızlığının anlam bulduğu o yerde, onun içinde, hiç oluşu tüm benliğimle duyumsamak, arada ciğerlerime su da kaçsa, olması gerektiği, asıl ihtiyacım olduğu gibi, yalnızca ruhen nefes almak...

istenmediğimi duyumsadım hep, istenmeyerek bu dünyaya getirildiğimi ve hatta ilk tecrübe ettiklerimden ötürü getirilmekten çok fırlatıldığımı duyumsadım. çok sevildim halbuki; akılla da sevildim gönülle de. tutkuyla sevenlerim oldu, şefkatle sevenlerim oldu, bazen gıptayla ve zaman zaman hasetle sevenlerim bile oldu. yine de varoluş acım her daim mevcut ve tazedir, istenmediğim duygusunun hayattaki ilk yaram oluşundan ötürü belki. tüm bu güçlü istenmemezlik duygusuna rağmen, dünyaya gelişime vesile olanların yalnızca birer aracıdan ibaret oluşlarını kavrayabilişimden ötürü sanırım, hep doğaya ait ve yaşama bağlı kaldım.

bendeki bu deniz sevdasını önceleri ana rahmine dönme ihtiyacıyla bağdaştırdım; huzur bulunacak, kaçıp dinlenilecek, sığınılacak bir liman gibi, ana rahmi... oysa varoluşumdan beri süregelmekte olan o istenmemezlik duygusunun esas ortaya çıkış yeriydi annemin rahmi; benim uzanışım ise bir ihtiyaçtan çok daha fazlasına yönelikti. deniz, süngümün her düşüşünde avunmak için koştuğum ilk yer değildir. evet, zamansız da gitsem, mutluyken de gitsem bana yine de iyi gelir, ancak en iyi zamanı yine o bilir. kurulu bir bebek gibi, ipleri başkasının elinde bir kukla gibi, bir anda her şeyi ve herkesi bırakıp, yalnız başıma giderim yanına; asıl o beni çağırır, yüreğimi kendine çeker, en isabetli kararlarımı onunla vermişimdir, kalp ağrılarımın en kuvvetli merhemidir, en acı gerçeklerimle sadece onun kıyısında yüzleşebilmişimdir.

gerçeğime ihtiyaç duyduğum zamanlarda, özümü ararken bilincimden bağımsız, onu bulduğum yerdir deniz. bana beni gösteren aynamdır tüm çıplaklığımla, gizimdir. deniz bendir sanırım, belki de ben denizimdir...

2 Mayıs 2008 Cuma

Özet

kimdiniz siz
küçücük kızlığımdan beri
beni hep arada bırakanlar
uykumdan aniden gürültüye uyandırıp
geceleri sessizce korkuya yatıranlar
kimdiniz siz
derdimi anlatamadığım
nefretimi kusamadığım
hiç bir arada yaşamasam da
hep bir 'arada' yaşatıldığım
neresiydi orası
odalarına zindan misali kendimizi kapatıp
içinde oldum olası 'görmezden gelme' oyunu oynadığımız
sayenizde gölgeli, ilençli gözlerle
birbirimize sadece zorundalıktan baktığımız
koridorlarında yalnızlık içinde acıları kovalayıp
yine de sabırla yaşama katlandığımız
ve nihayetinde başımıza yıkmayı başardığınız
bir sırça köşktü sanırım
yoksa onu da siz mi yapmıştınız
kimdiniz siz canlarım
yıllarca uğraşmaktan gün gelip yıldığım
sebep olduklarınıza ağlayıp
fütursuz cüretinizle insanlığımdan utandığım
parçaladıklarınızı birleştirmeye çalışırken
kendi hayatımı kaçırdığım
tek birini aradımsa da
hiçbir neden bulamadığım
kimdiniz siz ciğerlerim
avuçlarımdan kopardıklarını
günahlarına eklediklerim
bilmelisiniz ki şimdi birbirinizi yiyişinizi
izlerken lakayıt
o son gülüş sahnesini
ben sebatla beklemekteyim
kimdiniz siz gerçekten
ben bilemedim
damarlarımızdaki kanın birliğini
inanın kestiremedim
yarattığınız kocaman dertlerle boğuşurken
korkarım bu ayrıntıyı es geçmişim
insan mıydınız siz hakikaten
hayret ki hiç farketmemişim...