"This is where the one who knows, meets the one who doesn't care..."

24 Aralık 2008 Çarşamba

Arabesk

kendimi kaybettim; değişiyorum da ondan mı yakalayamıyorum yoksa dağıldım da parçalarımı mı bulamıyorum? mesela neden yel değirmenleriyle savaşıyorum? neden giriyorum hep sonu belli oyunlara mağlup olacağım aşikarken? anladığım o anda neden bırakamıyorum? neden sürüklüyorum umudu elimdeki gerçeklerle zerre örtüşmezken? neden hep başa dönüyorum; aynı hikayenin farklı ortada bırakılışlarını yaşıyorum? tek dileğim sessizce oturmaktı yan yana ve omzunda ihtiyacım olan bir anlık güveni bulmaktı, o anlık huzurlu bir nefes almaktı.

bu masala daha en başından kötü başlandı. neden defalarca affettim peki? bugün elimin iki avucunda nefret var ikimiz için. ne sığınabildik ne soğuyabildik. ve bugün artık birbirimizin gözlerine bakamayacak kadar uzağız birbirimize; bir daha hiçbir şey olamayacağımızın ayyuka çıktığı yerdeyiz. bu çıplak gerçeği biliyor olmanın acısını tarif etmem mümkün olmayacak gibi. çünkü bir zamanlar her şey o kadar güzeldi ki... kapıdan içeriye girdiğin anda gözlerinin mutlulukla parladığı, hep heyecanla konuştuğumuz o günlere dönmek için, seni gördüğüm o ilk geceye gitmek için yapacak bir şey olduğunu bilseydim keşke. yüreğime koru atıp kaçtın gittin benden. gittin; döneceğinden adım gibi emin olsam da tam iki sene her gece seni bekledim. bir gece yüreğim sıkıştı ve gözlerimden yaşlar akmaya başladı. biliyordum; sen de ağlıyordun ve bana ihtiyaç duyuyordun. sabırla beklediğim gün gelmişti işte; bana dönüyordun...

sonradan gelen edit:

evet döndü. döndü de matah bir şey mi oldu peki? yooo... iğrenç bir durum yarattık el birliğiyle. şimdi sevgiyle nefreti ayıran o ince çizgide ilerliyorum kendi adıma. çizginin nefret kısmına denk düşen düşüncelerimi suratına çarpmam bir lafına bakar halde.
arabesk makamlarda dolanıyorum zaman zaman. böyle zamanlarda da böyle abuk beyanatlarda bulunuyorum. kendime ibret olsun diye de yayınlıyorum şimdi bu yazımı, girişsiz, gelişmesiz ve sonuçsuz bu saçma haliyle...

15 Aralık 2008 Pazartesi

Uzun Lafımın Kısasının Portekizcesi

bir kuru toprak parçasıyım; soyutlanmayla çoraklaşmış ve özünde alabildiğine verimli.
çatlaklarımdan içeriye bir damla su sızsa, peşi sıra bir gül ağacı bitiverir kuytularımda görkemli ve dikenli.
kırmızı fazla ihtiraslı, pembe fazla mutlu, beyaz fazla namusludur; benim güllerim somon rengi.
kaderin iklimine aşırı duyarlıdır. gecenin keskin ayazına dayanmaz tomurcuklarım; hiç sabaha çıkamadan, hep yaşamdan kesilir. can çekişir, ağlarlar. gözyaşları canlarını beslemeye yetersizdir; su gibi akmaz zira, taş olup düşer zerrelerinden. yardım istemez, çığlık atmazlar; ölümleri hep sessizdir.
her bir gül ağacımın kuruyuşunda edgar allan poe nun minik kuşu düşer aklıma; bir tanesi yüreğini dayasa bir dikenime canlı kalabilirim. ancak bu düşünceyi hiçbir zaman dilemedim. çünkü ben öyle biri değilim.
orantılı olmalıdır her şey hayatta; öldürüyorsam sevmiyorumdur, öldürüyorsa sevmiyordur.
ölmemek için öldürüyorsam ve ölmemek için öldürüyorsa birbirimizi kullanıyoruzdur. oysa sevmekte yaşam sonsuzdur.
dibine kadar hayalci, iğrenç derecede gerçekçi ve bu iki ucumun yansımaları insanlarca aksi şekilde algılansa da, özümde oldukça tutarlı biriyim. tersini düşünen biri ya yavandır ya olanlara pek kafa yormamıştır. zira bakıldığında duygularım apaçık ortadadır.
portekizli denizciler, "Denize açılmak gerekli, yaşamak gerekli değil." derlermiş. ne güzel bir laf etmişler. Denize açıldım gitti, yaşamam gerekli değil. çünkü Denizin yüreği yüreğime denk ve Denizi sevmem yeterli. bu kadar basit işte...

12 Aralık 2008 Cuma

Lambaya Püf De!

mutluyum. yalnızlığımı ne kadar sevdiğimi anladım yeniden, özleyişimden ötürü.
sevdiğim, istediğim, beklediğim ne veya kim varsa yokmuşlar aslında. bu manasız ve zorla esrime çabamın sebebini henüz bulamadım. belki gücüm yoktu veyahut korkuyordum. şu an hiç farketmiyor altında yatanlar. ben bugün dayanma gücümü değil, yaşama gücümü çok net duyumsuyorum. zincirlerimden boşaldım, yele verdim değer(li)lerimi ve uçup gittiler ve ben hafifim. acaba nedendi bu kendime eziyetim? beklemek içinde boğuldum ve belki bu gece beklememekte tekrar doğdum. bu gece belki beklenti vademi doldurdum.
... ve kafam ve yüreğim aynı anda bırakıverdi tuttuklarını ve ruhum kendini esir edişine son veriverdi. ve iyi ki gittiniz ve belki iyi ki hiç gel(e)mediniz ve artık hiçbir türlü hoş gelemezsiniz. bir kere kopar o bir şeyler ve o kopmuş bir şeyleri birlikte tutan bendim ve o bir şeylerin kopuk iki uçlarını ben bırakıverdim gitti.
... ve merhamet de neymiş, ben neden susar mışım çünkü benim susadığım neymiş ve incelik -ilahi ben!- ne demode şeymiş hakikaten.
... ve şefkat mi? ben neden sımsıkı tutmuşum herkesin çoktan terkettiğini? bir kaşık suda boğuveririm hepinizi.
tanıştığımıza memnun olmadık mı? valla mı? bana hava hep iyi, bana hava -ah bir bilseniz!- ne kadar hoş. nedendir bu içi boş, altı temelsiz kendini beğenmişliğiniz? ve ne katmışsınız güneşi sıvamaya kalktığınız o balçığın içine? içinize, içinizin en derinlerine işler balçığın o pis kokusu ve ayırdına varamaz alışışının o düşse eğilip yerden almayacağınız, havalardaki güzelim burunlarınız ve güneş o balçığı kurutur ve kurumuş balçık parça parça iner kafalarınıza maazallah. söylemesi benden, siz sadece dikkat ediniz.
... ve edip hiç bulmamak ve tutmamak ama hiç bırakmamak ve feleğin çemberinden geçmiş kadınlar gibi gösterip vermeme numaraları çekmek ve hooop bu hikayelerdeki dişi benim. size ne oluyor? aslınızı şaşırmayınız.
mümkünse samimiyetle gelmeyin bana. zira belki de en elim yalan kılıfınızdı kendisi. hem samimiyet samimiyetsizliğin de samimiyetle ortaya konulmasını içerirdi. onu da kendinize yontmuşsunuz. vay anasını!........................
... ve nedir bunca kendinizi önemseyişiniz ve özne ve amaç belleyişiniz? siz neydiniz acaba hiç düşüneniniz oldu mu bunu? sevmenin insanın kendinden başlayan ve kendine dönen ve kendine özgü ve kendine dair tabiatı içerisinde siz neredeydiniz? sevmek denince tüm taraflar araç ve amaç taraflardan öte bir şeyken nasıl bu kadar böbürlenebilirsiniz? ilahi! ne kadar da naifsiniz...
... ve el mi veba yoksa ben mi el yoksa el veda mı? el benim ve gururla 'bir'im ve yalnızca ikisinden değil, 'tek'inden de yeterinden fazla ses çıkar inmek istediği suratın yanağına hızla yapıştığında ve ben düşündüğünüz kadar sersem değilim, her şeye rağmen günlerimi iki elimin sesini size duyurmaya çalışmakla geçireyim. elim elverdiğince seslendim ve gücüm yettiğince vadettim size ve tümünü de yerine getirdim. ya siz?
... erkekliğin güvenilir bir ölçüt oluşuna inanıyor olsam şöyle derdim: tüm bu hikayelerin yaşanmış tüm evrelerinde ben sizden daha erkektim.
ardından eklerim: iyi ki erkek değilim.

... ve yaşayışınız ne kadar keyfe kederdir ve sizin keyfiliğiniz bana kader midir?
- hiç sanmıyorum; artık bu işlere ben gelemiyorum.
Lambaya püf!...

2 Aralık 2008 Salı

Kulesiz Gecenin Yarısı

aslında olmayacak şey değil bisküvilerden kule yapıp oyalanmak ve hiçbir şey düşünmemek; gök gürültüsünü, yağmuru, saçaktan akan suyun şıpırtısını, evin çevresindeki gürültüyü duymamak. belki de hiçbir zaman kule ortaya çıkmayacak ama gece böyle geçer işte.

bir yerlerde teneke üzerinde tıkırtılar oluyor.

dördüncü kata gelince hep sallantı başlar; bir sonraki bisküvi yaslanacağı sırada elin bir titremesi, ya da bir öksürük, tam çatı direği ortaya çıkmışken, ve her şey yerle bir oluveriyor.

Herr Geiser' in vakti bol.

"..."

bir yerlerde teneke üzerinde tıkırtılar oluyor.

kule olmadı ama gece yarısı oldu.

Max Frisch, ' İnsan Nedir Ki...'

-

kuleler olmuyor, olmuyor ama onlar olmayadursun; gecelerin ardı arkası kesilmiyor. kuleler olmuyor; alışkınım artık. geceler bitmiyor, geceler insanı hiç hayal kırıklığına uğratmıyor. bisküviden de olsa taştan da, kuleler güven vermiyor; ha bir saatliğine hafifçe çiselesin, ha asırlarca sağanak halde yağsın, nihayetinde eriyip gitmesi bir yağmura bakıyor. hem kabak gibi ortada kule dediğin; içinde sığınan(lar)ı olduğu, yoksa da olacağı aşikar. hedefken bulunmak ah ne kadar kolay.
kule filan yapmak içimden gelmiyor artık; biraz sabır, biraz zaman, azıcık bayatlarsa sertleşecek bisküviler diyorum; yağmura yağmaması için dua ediyorum. yağmur beni nerden duysun, duymaz; duysa da tek benim kulem dağılmasın diye damlalarını sonsuza dek tutamaz ya...
zamanı geçiriyorsun bir şekilde. evden çıkarken dışarı kafasını takıyorsun, eve gelince onu çıkarıp içeri kafasını... hem kafa denen şeyin kurcalayanı olmasa da o kendini oyalar; televizyonun yayın akışı gibi, bir çizgi film, bir reklam, bir eğlence programı, bir reklam, bir kültür-sanat programı, bir reklam, bir tartışma programı, bir reklam, bir yarışma programı, bir reklam, bir haber bülteni, bir reklam, bir film, bazen bir son dakika haberi, bir reklam...
ve gece yarısı olur, yatıp uyuyayım bari dersin. uykuya hazırlandığın o beş dakika aralıkta kuleyi olduramayışın gelir içine oturur. teslim tarihi yaklaşmış projeye daha başlamamış öğrenci modelini projeye başlatmaya muktedir olmayan, ama haytalığından da zevk aldırtmayan manasız iç sıkıntısıdır bu. dayanma eşiğini zorlamaya başladıkça daha sık düşer olur akla, yayın akışını böler durur.
ve bir diğer gece yarısı olur.
ben kule yapamadıkça gece hep oldu, geceye alıştıkça iyiden iyiye kule yapamaz oldum; bu döngüde hapsoldum.
zamanı geçirmek kolay, kolay geçen zaman kayıp. ben bunu çok düşündüm, düşünürken saat kim bilir kaç kez gece yarılarını vurdu.
gözümden bile sakındığım kulelerime hep yağmur yağıyor.
sorun bende diyorum; öksürüyor muyum yoksa ellerim mi titriyor?
nafile de olsa, düşünüyorum.
gece yarısı oluyor.
kule yine olmuyor.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Don't Take Offence at My Innuendo

derin bir nefes al. bu nefes, gezegenin çekirdeğinden gelecek kadar derin olsun ve yüreğinin tüm zerrelerine dolsun. sonra yavaşça ver aldığın o nefesi; içinde kalmış ve var ne yoksa bırak çıksın dışarıya, hepsi atmosferde kaybolsun.
rahatladık mı şimdi?
yok mu?
o vakit başka bir çözüm üretin.
geçmişi peşi sıra sürüklemek istemeyenlere bunu öneriyorum. geçmişin acısına saplanmış, debelenen türden haz etmiyorum. unutamıyor olsaydık, hak verilebilirdi bu türe. farketmeden unutmasaydık zamanla...
farketmeden unut(ul)mak: şimdilerde kalbimi inceden sızlatmakta olan soyut eylem. göz ve gönül arasındaki orantının doğru olduğuna inanan var mı gerçekten?
keyfi biraz bu işler galiba; insan öyle olmasını istiyorsa öyle davranıyor, diğer türlüsünü göze almaya cesaret etmemeyi seçiyorsa...
hayatın inişleri, hayatın çıkışları ve hayatın tekdüzeliği var dönemsel. tekdüzelik zamanları tekdüzeliğinden dolayı, inişli zamanları ise sıkıntı verdiğinden dolayı hep geçmez zamanlar gibi geliyor bize; çıkışlı dönemler keşke hiç bitmese...
demek ki çıkışlı dönemler daha mühim öyle değil mi? oysa tekdüze ve inişli dönemlerin etkileri yer ediyor hep bünyede, çıkışların tüm o coşkun duyguları sabun köpüğü. belki de sadece sabun köpüğüyse uçup gidiyor çabucak, belki zaman zaman derinlere işlediği de oluyor. bana genelde böyle oluyor işte; 'an' denen şeyin içerisinde her şeyimle var olabilmek, gerçekten var olabilmek adına yıllardır sarf ettiğim çabanın kekremsi tadlı meyvesi olsa gerek bu derinlemesine hissetmek.
duyguların güçleri, onların kendilerini kalıcı ya da geçici kılmalarını sağlıyor. ben artık unutmayı hatırlayamıyorum; bana mutluluk vermiş hiçbir şeyi geçmişime terk etmiyorum, her birini toplayıp bugünüme taşıyorum, hepsini capcanlı tutuyorum. mevzu bir acıysa şayet, ben onu olabildiğince yaşıyor, bitirdiğim yerde bırakıyorum.
geçmişte bırakılışıma itiraz, kimsenin unutuşuna müdahale edemem. ben ,"olurum" yalnızca. parçalarıma ayrılıyor, atmosferde kaybolduğumu duyumsuyorsam, zamanın akışına katılıyorum demektir. doğanın düzenine saygım da sevgim de sonsuz olduğundan, kimsenin doğasına karışmam. beni bugününe taşımayan, geçmişin ellerine bırakan birine sevgiyle tutunamam.
ilişkilerde her şey ortak, geçmiş de dahil olmak üzere. biri birini geçmişte bir yerde bırakmak tercihindeyse, diğeri kendini alıp bugüne getiremez; bakılmayan şey gösterilemez, dinlenmeyen şey duyurulamaz, geçilmiş şey getirilemez geriye.
vazgeçebiliyorsan, unutabiliyorsun demektir; ben sadece var olurum, kendimi yeniden hatırlatamam. geçmişle gelecek arasında gerilmiş ipin bu anı incelmekteyse, ben o incelen yere düğüm olmam, zira yamalı hiçbir şeyin sağlamlığına inanmam.

21 Kasım 2008 Cuma

Oku, Hissederek Anla

okuldan geldim, biraz temizlik yaptım, sonra da yürüyüşe çıkayım dedim. bugün hava açıktı, sadece rüzgarlı oluşuydu can sıkan. neyse... giyindim enem konam kardanadamvari, nasıl yürüycem ben böyle peki diye de düşündüm aslında evden çıkarayak. çıktığımda, ben evdeyken rüzgarın ciddi şekilde şiddetlenmiş olduğunu farkettim. eve çıktığım gibi geri mi dönsem diye düşünürken kafamı kaldırdım, gökyüzünü gördüm; tanrı ağzını açmış gibiydi adeta. "in aşağıya, aptal olma, böyle bir güzellik kaçmaz." dedim; son zamanlardaki en isabetli kararlarımdan birini vermişim. aşağıya inerken pek bir şey anlamamış olsam da, sahile vardığımda dehşet içinde kaldım, muhteşem bir manzarayla karşı karşıyaydım beni çocukluğuma götüren; seferdeyken, lumbozun pervazına oturur, kafamı dışarıya çıkarır, saatlerce denize ve gökyüzüne ve ufka bakardım; bu kadar dehşet verici güzellikte manzaralarla sadece açık denizlerde karşılaşmıştım. akşam üzeri saat 5 sularıydı, gökyüzü parça parça koyu gri bulutlarla kaplanmıştı, aralardaki boşlukları da sarı-turuncu bir renk kaplıyordu. güneş yavaş yavaş batmaktaydı ufuktan; ufuk çizgisiyle bulutlar arasıysa cennete mi yoksa cehenneme mi açılan kapıydı? koyu gri bulutların hemen altında nar çiçeği bir şerit, bir altı kızılcık, daha altı az sütlü bir kahve, onun altı turunç, en altta limon, böyle güçlü renklerden oluşan tabloya seyirci olabilme şansı şamda kayısı ve geri kalan her şey için master card :).
deniz ise bir başka alemdi; dalgalar karaya yaklaştıkça büyüyorlar, tam kıyıya çarpmazdan evvel hani ya bismillah dermişçesine, son bir nefes alır gibi ivme kazanıyorlar, sonra da tüm güçleriyle sahile, sahil olmayan yerlerde ise kayalara çarpıyorlardı, o koca koca kütleleri aşıyorlardı; dalgalar denizden taşıyorlardı veya belki de kaçıyorlardı. yürürken yüzümü yalıyordu ara ara dalgaların çarptıkları yerlerden dağılıp, milyarlara bölünerek rüzgara kapılan parçaları; sanki buharlaşmaksızın gökyüzüne karışmak istiyorlardı, belki de koşulan şartlardan onlar da sıkılmışlardı. ıslanıyordum, rüzgar beni tartaklayıp duruyordu; hayaletli bir hayalet şehrin sokaklarında yürüyormuşum da yaşayanlarınca kuşatılmışım gibi, sanki varlığımdan rahatsız ve onları göremeyişimle rahat, beni çekiştirip itekleyip duruyorlardı. gökyüzünde ise dev ruhlar süzülüyordu; bulutlar ölmüş ya da doğmamış tüm ruhlardan oluşuyor gibiydi, ya turluyorlardı öylesine yukarıda, ya da iç içe geçmiş gruplar halinde ayrı ayrı yerlere doğru yol alıyorlardı. yüzlerce martı vardı; koyu gri ve turuncuların altında, durmaksızın dönüp duran küçük siyah gölgeler... zıvanadan çıkmış dalgaları ve onların bembeyaz köpükleriyle çalkalanan lacivert deniz, koyu gri bulutları ve güneşin gitgide zayıflayan turuncu ışınlarıyla gök, çılgınca esen rüzgarlar, huzursuz ve telaşlı, gökte çığlık çığlığa volta atan martılarla, kendini kara bir tül perdenin ardından çekinerek, belli belirsiz göz kırparak gösteren utangaç bir kız gibi şimal yıldızıyla kendimi bir Aivazovski tablosunun içinde duruyormuşum gibi hissettim.
kıyamet böyle kopacaksa haydi şimdi kopuversin diye düşünüyor insan, eğer gerçekten bu kadar güzel olacaksa... ruhumun bedenime dar geldiğini hissettim; gördüklerim öylesine büyük bir coşkuyu zerk etti içime. belki de insanın içinde var olanı dışarı çıkarıyor, onu farketmesini sağlıyor doğa; onun bir parçası olduğunu duyumsatıyor sana. metafora meyilliyim belki, anlamlar yüklemeyi çok severim evet ama, dalgaların kıyılarla savaşı örneğin; yorulmadan, tekrar tekrar deniyor, birincide veya ikincide veya daha sonrakincilerde değil belki, ancak birinde mutlaka aşıyor o dalgakıranı ve başarısını köpükleriyle, konfetiler yağdırır gibi kutluyor. insan kendini tanrı gibi, tanrıyı kendi gibi duyumsuyor böyle anlara şahitlik ederken; isterse yaratan, besleyip büyüten, bazen tahrip ve çokça da yok eden... kainattaki bir başka kapı açılmış olabilir miydi acaba? hani paralel evren falan diyorlar ya... gerçi o da başka bir dünya değildi sanki, yaşantımızın diğer anlarıydı; tüm hayatımızı parçalar halinde ayrı ayrı ama aynı anda yaşıyorduk yani, zaman ardışık akmıyordu aslında da, üst üste biniyordu; ne binmesi, üst üsteydi, dikey bir çizgiydi zaman denen şey. herneyse... farklı elementler de olsalar, bileşenleri farklı da olsa, tabiatları benzemese de öyle muhteşem bir ahenk içinde hareket ediyorlardı ki, kendimi o ahengin içine bırakasım geldi; şayet bir kapı vardıysa o kapıdan geçmek, yoktuysa da o dalgalara kendimi bırakmak, o güzelliğin bir parçası olmak istedim. boğulma tehlikesi de geçirdim aslında geçmişte, insan o an doğanın ahengine katılıyormuş gibi hissetmiyor kendini gerçi ama :).
bir yön var, hiçbirinin tekelinde olmayan, hepsinin birtakım etkileriyle oluşan, ve o yön doğrultusunda hareket ediyor hepsi. birbirlerini azaltıyorlar belki ama yok etmiyorlar ve en önemlisi de, kendilerini bir şekilde yeniden çoğaltmayı biliyorlar. insanlar gibi değil mi bir parça? eskiden her şey basitken insanlar daha mutluydu, tıpkı doğanın da insanların ona bu kadar zarar verme gücü yokken olduğu gibi. şimdi her şey o kadar karmaşık ki topluca acı çekiyoruz, ama bu acı insanı kendini yeniden yaratmaya, var olanı yıkıp ya da değiştirip yeni bir düzen oluşturmaya, kısacası insanın kendini çoğaltabilmeyi öğrenmesine götüren yoldur zannımca; hem indigo çocukları olarak görevimiz de bu değil mi? :).
evrenin alt kümesinin alt kümesindeyiz biz insanlar, onun içinde ve ondan bağımsız değil. hatta evrenin küçük bir modeli bile denilebiliriz, ya da dünya evrenin, insan dünyanın küçük bir modeli olabilir. olanlar hep aynı çünkü; itme ya da çekme, çarpışma, patlama ve kalanlardan yeni bir oluşum ortaya çıkarma. havaya, suya, toprağa bak: biriktirirlerse mutlaka patlarlar, yönlerine katılacak yoldaş bulurlarsa, onunla birlikte ahenk içinde yaşarlar, yönlerine engel teşkil edeni de ya es geçer ya aşar ya da onunla göğüs göğüse çarpışırlar. insan böyle şeyleri düşünmeye başladığı zaman, içindeki engellenemez enerjinin farkına varıyor. bu kendini bir şey sanmak gibi değil ama; "ne için?" diye soruyorsun, yönteminin çıkmaz sokakların sonundaki duvarlara tekrar tekrar toslamak olduğunu görüyorsun ve kendine mantıklı açıklamalar olarak sunduğun her şey bir anda dünyanın en boş bahaneleriymiş gibi görünüyor sana.
into the wild diye bir festival filmi izlemiştim, yaşanmış bir hikayeydi; eğitim hayatında oldukça parlak bir gelecek vadeden genç, her şeyi bırakıp hiçbir şeysiz alaska taraflarına doğru yolculuğa çıkıyordu tek başına. amacı kim olduğunu keşfetmek, mevcut düzene boyun eğmek istemeyen tipik bir asi genç arzusu hepimizde biraz olan. alaskaya gidip ormanın içinde terk edilmiş bir otobüste birkaç yıl yaşıyordu, her ihtiyacını doğadan kendi bilgi ve becerisiyle sağlayarak. sonunda açıktan ve soğuktan öldü o otobüsün içinde, ölmeden önce günlüğüne şunları yazarak: "dünyanın bu bir ucuna, kim olduğumu anlamak için geldim; doğada yapayalnız kaldığımda en yalın gerçeği bulabileceğimi sanıyordum; bir sürü şey yaşadım, defterler dolusu günlük yazdım ve şimdi ölmekteyken anlıyorum ki: yanımda yaşadıklarımı paylaşabileceğim herhangi bir kimse olmadan ben hiçbir şeyim!". eh, insan sosyal bir hayvandı değil mi? işte yukarıda bahsettiğim manzaranın muhteşemliğine tanıklık ederken, coşkunluğumu paylaşmak için benim de içimden sevdiğimi aramak geldi. kendime sunduğum özde yapmacık, sözde geçerli açıklamalarım hükümlerini yitirmiş gibilerdi, ama ayaklarım asfalt yürüyüş yoluna basmaktaydı o anda ve arkamdaki sahil yolundan arabalar hızla geçip gidiyorlardı; bir yanım suni gerçekliğimle ya da gerçek suniliğimle hala bağlantıdaydı.
ne vardı yani bir telefon açıp gördüklerini anlatmakta? yapacağım veya yapmayacağım şeyler bir fark yaratmayacaktır belki de, birtakım etkileri olacaksa da. kaybetmek denen şeyin varlığına inancım yok. ismimle müsemma ölümsüz ve ebediyim; varım ve olacağım ve içen içe inandığım bu olabilir. bir yön var ve ben de o yöne gitmek durumundayım. açık algılara duyarlı duyargalarımla; hiç kesintiye uğramayan bir sohbetin ve/veya birlikte yalnızca susabilmenin ve/veya bir bakışla anlaşabilmenin ahengine sevdalılardanım. kim değil?

I'm at the line - I see it all
I am Nauticus now
And so much more
I am all you know
I'm at the line - just at the line
An eternity at the blink of an eye
In this place called time
I'm everything
Everywhere
I am all
Omni"BE"
I feel every mountain
I hear every tree
I know every ocean
I taste every sea (...)
I see every spring arrive
I see every summer thrive
I see every autumn keep
I see every winter sleep (...)
For I am every forest
I am every tree
I am everything
I am you and me
I am every ocean
I am every sea
I am all the breathing "BE"

19 Kasım 2008 Çarşamba

L'Obscur Ennemi

haydi neşelenelim biraz yahu! arkadaşlarımı endişelendiriyormuşum son birkaç zamandır. okuladakilerden de "neler oloor kuzum? bu ne hal? suratsız n'aber?" vb. cümleler duyuyorum. eh diyemem ki pür neşe bir insan idim de bir anda mahkeme duvarı suratlı oldum; kendimi bildim bileli suratsız bir insanım, ama demek ki son zamanlarda daha farklı bir ifade yer bulmakta yüzümde. eskiden iki insan gördüm kendimi sıyırıyordum buhranımdan, neşeleniyordum; şimdi olamaz oldum öyle. vazgeçmekte olduğumu duyumsuyorum; böyle içimde bir parçalanma, parçaların parça parça içimden boşalması, içsiz kalmak, içsiz olmak gibi; var olan her şeyin tükendiğini hissediyorum. üzerinde durmamak lazım pek, durunca daha da sarpa sarıyor zira.
neşeleneceğiz iyi hoş da, nasıl yapacağız o işi? umutla? güzel, güneşli günler göreceğiz telkinleriyle mi? iyi hoş da ben sadece gülebiliyorum bunlara, başka da bir işime yaramıyorlar. neyse...
en iyisi akışınarakmak, zamanı tüketerek. iyi değilim, ama sadece şimdilik, o nedenle siz beni iyi bilin, bırakınız kendi kendime kendime geleyim.


L'Ennemi

Ma jeunesse ne fut qu'un ténébreux orage,
Traversé çà et par de brillants soleils;
Le tonnerre et la pluie ont fait un tel ravage,
Qu'il reste en mon jardin bien peu de fruits vermeils.

Voilà que j'ai touché l'automne des idées,
Et qu'il faut employer la pelle et les râteaux
Pour rassembler à neuf les terres inondées,
l'eau creuse des trous grands comme des tombeaux.

Et qui sait si les fleurs nouvelles que je rêve
Trouveront dans ce sol lavé comme une grève
Le mystique aliment qui ferait leur vigueur?

— Ô douleur! ô douleur! Le Temps mange la vie,
Et l'obscur Ennemi qui nous ronge le coeur
Du sang que nous perdons croît et se fortifie!


Charles Baudelaire

16 Kasım 2008 Pazar

I Sing The Song Because I Love The Man

dünyanın en tatlı ılık rüzgarıydı ruhumu yalayıp geçen
tekrar yakalarım diye koştum peşinden
heyhat rüzgar benden ılık, rüzgar benden hızlı
dünyanın en tatlı tesadüfüydü hayatıma dokunup kaçan
tekrar denk gelirim diye koştum peşinden
heyhat zaman benden bağımsız, zaman da benden hızlı
seni bulduğum, seni bıraktığım tüm o yerler hep buralarda
gözlerim de dolsa, ayaklarım beni oralara götürmekte diretiyor
belli ki yüreğim seni o yerlerde bulmayı diliyor
hırçındım sen gözlerime bakmadan evvel
ağzından çıkan her sözcükle, parça parça uçup gitti içimdeki kızgınlık
her ne söylediysen, her biri bir kere saçlarımı okşar gibiydi
ve zırhım böylece yavaş yavaş delindi
sesini her duyuşumda boğazım düğümlendi
her bakışında ellerim titredi
her güldüğünde kalbim delice "ben buradayım!" dedi
bense öylece durdum hiçbir şey olmuyormuş gibi
hata denemez, yalan değil
ama işte sen de biliyorsun; nam-ı diğer 'öyle olması gerekliliği'...
denedim, deniyorum
setler çektim, duvarlar ördüm
yine de engelleyemiyorum
durmadan sana akıyorum,
akıyorum, akıyorum...
o duygu mu özlemini çektiğim, yoksa sadece sen misin
farkınız varsa lütfen bana da söyler misin
ağlayamıyorum başkasının yanında
yüreğim sadece seninle akıtmak istiyor içinde ne var ne yoksa
bunun ismini koyamıyorum
gerçi bir isim de aramıyorum
doğru değil belki, ama ayıp da değil bunları söylemek
galiba sebep, iyiliğine inanmak ve buna güvenmek.
üzülmeye de korkmaya da gerek yok
sadece olması gerekeni yapacak, ardından yaşayacağım 'gibi' yaparak
buna alışkınım ve biliyorum ki içimde yitip gidenlerin tek tesellisi,
bir zaman sonra o yolun sonunun doğruya çıkışı olacak.
esen rüzgarlar soğudu ve sıcak sesini ulaştırmaz oldular
suçlu yok
biliyorum, aslında sen de seslenmiyorsun şimdilerde bana
ruhuma saldığın sükunet, hayatıma getirdiğin neşe, saf mutluluk anlarıydı önemi sanırım
ve bunları bana verişindeki tatlılık, verdiklerinin ayırdında olmayışındaki doğallıktı anlamı
bu yoğunluğu anlamlandıramadığın için belki inanmıyorsun
çünkü haklı olarak olan bitenin bana etkisini idrak edemiyorsun
kendimle ilgili bulmaya anlatamayacağım kadar çok ihtiyaç duyduğum bir cevap vardı
sen ise onu bana hayal bile etmemiş olduğum bir incelikle verdin
şimdi üzerine bir de seni dilemek haddimi fersah fersah aşmak olacak
seni gördüğümden beri her şeye -kendime bile- daha güzel bakıyorum
en önemlisi de güzel baktığımı söylemekten artık utanmıyorum
aynı çölde aynı serap sanrısını yaşadık ikimiz
ve şimdi kendi vahalarımızın farklı sularında serinlemeliyiz
söylemiş olduklarının tümüne katılıyorum
biz olamayız, öyleyse başkaları olacak
bense içimin bunları ne duymayı ne de söyleyebilmeyi kaldırabileceğini sanmıyorum
bu yüzden de olduğu kadarını yüklenip götürüyorum
kendime kanaatkarlığı öğretebilmiş olmama seviniyorum diğer yandan
yaşananlara az değil mucize gözüyle baksam da.
sana ulaşmak, kendimle olan savaşımın bir adımıydı
ve talihsiz tarihimin tekerrürüne güvenerek uzandım sana
ama sen beni şaşırttın
durduk yere seni olursuz sevgime bulaştırdım
bu korkunç düşüncesizliğim için lütfen bana kızma
iyi dileklerimin en iyileri hep seninle ve bütün dünya senin olsun
bana yalnızca tek bir deniz bırak
deniz bendir yahut ben denizimdir
bil ki gözyaşlarımı en azından bir denize akıtamazsam sevgim asla kurumayacak

başarabilir miyim dersin
sana bir fasikül dolusu söz vermiştim
denediğimi biliyorsun
tutamıyorsam bu kimsenin hatası değil
bana yalancı demezsin bilirim
seni ne üzmeyi ne kaybetmeyi hiç istemedim
havada kalmış tüm bu sözlerim için dilerim beni affedersin
dünya dönüyor durmadan
mani olamıyoruz
o en güzel anlarda donup kalamıyoruz
çünkü rüzgar esmeli
zaman geçmeli
sen gitmelisin
ben soğumalı
ve tüm bunlara rağmen, sırf seni karşıma çıkardığı için kaderime lanet olmamalı
gün geçtikçe hırçınlaşmaya başladım yine
yakınlarda bir zamanda sana da yönelmesinden korkuyorum
kurtuluşumu sana yüklemek,

sorumlu olmadığın bir durumdan ötürü seni suçlar hale gelmek istemiyorum
uzak da dursan yanıbaşımda oldun
hep iyi dileklerini yolladın bana
gariptir şu an söylediğim her lafıma iliştirecek bir de gözyaşım var
halbuki mutluluk ve minnetarlıkla kurduğum cümleler bunlar
"içinde sevgi olmayan her şey çok kolay sonuçta." demiştin bana
öyleyse bu kadar zor gelişinde şaşacak ne var
şimdi saçlarını düzelt benim için son kez
bana iyi geldin, benim için iyi git lütfen
ve hoşçakal olur mu

hep böyle kal...

13 Kasım 2008 Perşembe

Bir Anlık Çemkiriverme

madalyonların pasparlak ve kokuşmuş karanlık yüzleri
öğrenilmiş davranış kalıpları
düş gücüyle yazılmış senaryolar ışığında kurgulanmış aşk filmleri
çıplak gerçeklerle çevrili hayatında, film artistiymişçesine yaşama çabası
tutmaz, tutturulamaz beklentiler;
öğrenilmiş davranış kalıpları, beyinde yer etmiş film sahneleri ve yürekten gelen seslerin ışığında .
biri bilgidir, biri istektir, biri de his
madde ve mana hangi aynı anda, ne zaman denk düşürebilindi
ha bir de içgüdüler, dürtüler, hormonlar ve evrenin gizil etkileri var bünyede
bir keşmekeştir ki sorma gitsin
onu çıkar, bunu bastır, şunu ekle, diğerini göster
olmaz oğlu olmaz arkadaş
öylece yaşayıp gidersin
buna da yaşamak mı denir denmez
zira işte buna yaşamak denir
bal gibi hem de
tadına bir türlü tam varamayarak
bu sebeple de bir türlü doyamayarak

19 Ekim 2008 Pazar

Bayık

özlemim sır

kırgınlığım salıncak

öfkem tohuma kaçmış kabak çiçeği

sevgim kaynak

hayali dokunuşlarım var

sahibine gerçekte asla ulaşmayacak

bir tık uzakta dileğim

kulağı sadece bildiği şarkıyı dinler

bu yüzden çağrılarım hep cevapsız kalacak

o burada oldu

ben orada oldum

'an' denen şeylerden paylaştığımız oldu

ben yarı esrik

kısmen felçli

laf özürlü duygu ebesi

aradığım tahammülümün bu aralar servis dışılığından

duvarlarına çarpıp parçalanmaktan korktum

belki ecelime bir faydası olur umuduyla

ne elim ne dilim varmaya yanaşmadı ona

yanlış hatırlamıyorum; ikisi de titriyordu

kalbime baksan çığlık çığlığa

ilk kez tümden gelmek

gönlümün tecrübesiz olduğu bir saha

o yüzden tek bildiğim:

hükmünü peşinen verişim

ancak onu asla sıfatlara bölmeyeceğim

neşeme tahsis ettiğim koltuk boşsa

o kendiliğinden gelip oturan onurlandırılmış konuk

konuk ise sözlüğümde kandırmaca

yani neymiş

gördüm

anladım

sevdim elhamdülillah


13 Ekim 2008 Pazartesi

Neler Olmuş Da Ne Oldu

18.08.08, 04:55


Aynaya bakıyorum, gariptir, kendimi küçülmüş hissediyorum, gençleşmiş. Rahatlıkta rehavete kapılmak, erdemli olmak, atıp tutmak, ne bileyim işte ideal olan her şey kolaymış. Eğlenmek kolay, mutlu olmak, yaşamak, sıkılmak, bunalmak, harcamak, kazanmak, tutmak, bırakmak, vicdanlı ve yardımsever ya da aksine zalim olmak kolay. Rahatlıkta kendini betimlemek kolay, ama yanlış sıfatlarla… bunları daha yeni yeni görüyorum.

10 yıl öncesine göre daha temizim. Çok daha fazla pislik gördüm o günlerime kıyasla. Belki 10 yıl önceki yaşımda daha hiçbir şey görmemiş sayılırdım. Oysa daha çirkef, daha kıskanç, daha zalimdim. Gerçeği görmek için yitirmeli demek ki. Sahip olduklarım şans eseriydi. Olduğumu sandığım insan bu yüzden suniydi. Şimdi, 10 yıl sonrasında daha safım. Çirkinlik içinde güzelliğimin, pisliğin içinde temizliğimin farkına vardım. Sağduyumu, mantığımı, sezgilerimi anlamlandırdım. Açıldım; insanlara, yaşama, evrene ve hatta kendime bile. Bir baba kaybettim, acıdım. Belki de babam bir evlat kaybetti ama karşılığında ben kendimi kazandım. Aynaya baktığımda bambaşka görüyorum kendimi; barıştım. Uğraşmanın gereksizliğini anladım ve bıraktım. Bıraktığım o anda kendimle karşılaştım.

Hayıflanmak gereksiz, anlamak şart, kabul edebilmek önemli, karar vermek gerekli, hesaplamak ise elzem bu hayatta. Bu erken aldığım derse gelecekte çok şey borçlanacağımı öngörebiliyorum. Kendimi biliyorum, kendimi hiçbir zaman gerçekten tanıyamayacağımı da biliyorum, zira dengelerin değişimi an meselesi. Değişim kaçınılmazdan ziyade fark edilemez bir süreç çünkü. Ve kişi edilgen; her daim şart, koşul ve karşısındakilere bağımlı. Karakter yalandır, bütün bir ömre genellenmesi imkansızdır. İnsanın kendine şaşmasını sağlayıverecek an, -adı üzerinde- an meselesidir. Bu anı sağlayan etmenler ise kaderin cilveleridir.

Kendini aşmalı, kendini sürekli araştırmalıdır insan; neyin neye sebep olduğunun, sebebin neyle sonuçlandığının hesabını tutmalıdır. Ve kalıpları kırmalıdır insan. Öğrenilmiş olan, kalın misinalara benzer; dikkatlice bakmadıkça algılanamayıp, insanı sahnedeki dev bir kukla gibi olması gerekenlere bağlanmış oynatan. Ve acısını yaşamalıdır insan; yaşayıp, tüketip, bırakmalıdır. Ve yeniye açık olmalıdır insan; geçmişin tecrübesinin yalnızca o zamanın değişkenlerine bağlı olduğunu atlamamalıdır. Olasılıkların çeşitliliğinden ürküp, denemekten kaçmamalıdır. Denk gelişin rasgeleliğinin altında yatan o eşsiz zamanlamanın farkına varmalıdır. Ve gündüz ve gecenin, kışın ve yazın, doğmanın ve ölmenin, yani dünyanın ve yaşamın şaşmaz düzeninde iyi ve kötünün de yer aldığını, onların da tıpkı diğerleri gibi ardı ardına yaşandıklarına inanmalıdır insan. Ya hep ya hiç, ya siyah ya beyaz yoktur. Koşullar dahilinde bunların hepsi yerlerini bulur. Ben bunlara inanıyorum.

Aynaya bakıyorum; kendimi farklı görüyorum, çünkü dönüşüyorum.

Bir mücadele veriyorum; ya kanatlanıp uçacak ya da nihayetinde sıçacak olduğum.

to Sidelight

nasılsın bir nevi kader arkadaşım
konuşulmaya başlanan o ilk zamanlardan bu zamanlara
neredeydik nerelere geldik
hiçbir şey değişmez gibi gelirken adeta

bir sihirli değneğim olsa
bilemem sen aksini mi isterdin
ama ben seni değiştirmez gibiyim

kırığı bol kalbi cömert
madalyonunun dışlanmış yüzü cazgır
dinleyişi güzel
anlatışı her daim mahzun
gidenleri kalanları ile topyekün
köhne bir han hor kullanılışından
ben gibi

daima önce kendini hırpalayan

bana "hiç de göründüğün gibi değilmişsin"lerle gelen sen
umarım hala küstah bulmamaktasındır beni
yabancılaştım diyemem
kırılıp döküldüğüm oluyor hala
önceliklerim mi değişiyor nedir
kim bilir

bir kayıtsızlık sardı bu aralar kendiliğinden
laf salatalarına doyduğumu farkettim son zamanlarda
tok ağırlamak zor olduğundan sanırım
söylenen çoğu şey tat vermez oldu şu hayatta
hani yani cımbızla da çekilir
satır araları da okunur da
sükuneti sever oldum
kafam kaldırmıyor
kurcalamıyorum

söylenmeyenler ise bir ayrı keyifsiz
o bakımdan davalarında haklısın belki de
ama ne bileyim
uğraşamıyorum
nasılsa biliyorsun mevzu nedir
bu hususta kim ne diyebilir
aslını biliyorsan gerisi teferruat
geçmiş ya da şimdi değil artık
ama ya gelecek gebeyse güzel şeylere
diyorlar ya
bir umuttur yaşamak
o yüzden tekrarlıyorum yine
sen dalgana bak

söylenemeyenler var
ve bunları söyleyemeyenler bir de
kendi adıma diyebilirim ki
ben hep böylelerine aşık oldum
senin için de öyle olmuş anladığım
canıma ot tıkadılar sanırım
terk edicem hepsini teker teker kendimce
söylenemeyenler insanı esir alırmış
esaretlerinin bedeli mutsuzluğumsa
ben bu işte yokum
belki de artık kendimi sevmeye başlıyorum
sen kendini seviyor musun

güzel mutlu kusursuz günlerimizde
yeterince caka sattık galiba
zaman burnun sürtülmesi zamanı
öyleyse akıllanmalı
ben yarın geçmişe elveda demeye gidiyorum
zira geçip gideli baya oluyor
geri gelmeyeceği aşikar
sen de benimle gelsene
belki dönüşte daha güçlü oluruz
olmadı bir bardak su içeriz
duruma göre çay kahve
en olmadı bira

acı çekmek alışkanlık mı oldu
nüks edip duruşundan ötürü boyuna
olanlara şaşırmaz oluşumuz bundan mı
ve olmayınca rahat edemeyip olduruşumuz
yoksa nasıl mutlu olunur biz bir türlü öğrenemedik mi
didikleyip durduk hep
mutlu olduysak da kaçırdık gitti

"an"ı yaşamak diye bir şey var ya
ben onu denedim geçenlerde
birkaç güzel şey yaşadım
o anlarda çok mutluydum biliyorum
başka hiçbir şeyi aklıma getirmemeye çalışıyordum
ama şimdi hiçbirini hatırlayamıyorum iyi mi

onu bunu bırak da
okulun ilk zamanları
sınıfa girer
kapıya en yakın yere otururdun
konuşurken sesin titrerdi
ellerini nereye koyacağını bilemezdin
ben de suratsızsın tekiymişim baksana
ne sanıyormuşum kendimi acaba diye düşünenler olmuş
gelip sorsaydınız keşke
ne cevap verirdim kim bilir o zamanki kafamla
merak etmedim değil

hala topluluk önünde konuşamıyoruz ikimiz de
yine de ne güzel sohbetler geçiyor aramızda
bu da ilerlemek sayılmaz mı
nasıl başladığı silindi bende
hangi arada gelindi buralara
zaman çok hızlı geçti belki
ben takip edemedim

paylaşabilmek güzel
paylaştığın kişiye bağımlı ama
sevmek gibi değil bu
sen sivrisin
ben keskin
deli deliyi görünce çomağını mı sakladı
yoksa deli rolünü sırtlamaktan bıkılmış mıydı
olmazsa yarın törpünü de getir diyeceğim ama
bilmem ki
sence gerek kaldı mı

yalnızca kendini suçlama
sık sık dönüp kendine bakmayı da ihmal etme ama
demiştim ya
ilişkiler hep karşılıklı
etki tepki olayları sürekli tıkıyor gidişatı
sen anlamıyorsun özne olduğundan
halbuki yalnızca değişiyorsun
ve bundan uyduların bir bir yörüngenden çıkışları
yapayalnız kalmaktan korkmasan da
alışılmışın güvenini kaybetmek bir ayrı koyuyor
halbuki sen o bildiğin eski sen değilsin
karşındakiler de tanıdığın o eski insanlar değiller
herkes ayrı sularda yüzmekte şimdi
kendi yoluna gitmekte
su dediğin şeyin tatlısı tuzlusu derini sığı var
boşver diyorum
ortak geçmiş diyorsun
kıymetlidir evet doğru
ama işe yarar bir şey olsa geçmişin ortaklığı
bu dünyada düşmanlık denen şey olur muydu

dün gece yatağa yattığımda
bir süre nefesimi dinledim
ölümlülüğümü hiç bu kadar net hissetmemiştim
aklıma varoluşsal işler düştü
bir sürü karar almaya yeltendim tırsarak
uyumuşum sonra
sabah kalktığımda hepsini unutmuştum

şimdi düşündüm de tekrar
değiyor mu bu kadar kendini yıpratmaya
yani nazımca
sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı
yani tahiri zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
tahir ne kaybederdi tahirliğinden
şu veya bu ya da o seni veya beni ya da onu sevmiyor artık
yahut hiç sevmemiş
eee ne oldu yani
sıkıldım ben artık bunlardan
ben burdayım
kapım da kalbim de açık yine
tek farkı abamın altında sopam
ve hor kullanmaya kalkana edecek iki çift lafım olacak bu kez
daha kötüsü oluyor çünkü
ben benden gidiyorum
ve kendime dair elimde kalanlar azalıyor
değerimden bir şey kaybetmesem de

kötünün de kötüsü var zira nazımca
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
öleceğiz bir gün oğlum
ve zamanı da kim bilir ne zaman
e neyin önemi kaldı öyleyse
insanlar mı dersin
biz de insanız
bıraksana allah aşkına...

28 Eylül 2008 Pazar

Şimdilik

son 2 gündür kendimi fena hissetmez bir haldeyim.

cuma günü tanıştığım biriyle başladı bu his; tanışmaktan kastım daha iyi tanıma şansı bulmak. karşı cins yakın arkadaşlar listesine rahatlıkla ismi eklenebilecek biri. geçen sene birlikte bir ders alırken, bir sigara içimlik muhabbetimiz esnasında memeleketli (karşıyakalı) olduğumuzu öğrenmiştim. geçen gün ise kantinde karşılaştık. ikimizin de derslerinin iptal olmasıyla ikimizin de günü mahvolmuş idi. bir sigara içimlik muhabbet edelim dedik yine. sonra yalnız yemek yemekten nefret ettiğini, yemek yerken ona eşlik edip edemeyeceğimi sordu. günün geri kalanı boş ve karşımdaki insanın tanımaya değerliği, bahsettiklerinden ve bahsediş şeklinden çok belli idi. çıktık okuldan. bir yere oturduk saat 14:00 civarı. evlere dönmek üzere kalktığımızda saat 23:00 idi. dinleyen, soru soran, ilgilenen, konuşturan insanları çok daha çabuk seviyorum. bana çok güçlü ve olumlu duygular verdi. teşekkür etmeliydim aslında ve bu hissettiklerimi paylaşmalıydım onunla. o bana teşekkür etti mesela. bir dahakine artık, tanıdığıma diyecek pozisyonda olmasam da, en azından paylaşabildiğime çok memnun olduğumu söylemeliyim ona. bunları söylemek problem değil ama bu tür duygu-düşünce paylaşımı yaşayabildiğim çok az insanla karşılaşıyorum gerçekten. o bakımdan hepsinden önce benimle ilgili duygu ve düşüncelerini tüm içtenliği ve yalınlığıyla bana söylediği ve bana da aynı rahatlık hissini sağladığı için, bu durumun benim açımdan ne kadar kıymetli olduğunu bilmeli. çevremde böyle insanlara ihtiyacım var. böyle insanların varlıkları elzem denilebilir hatta hayatım için. o soğuk havada dışarıda, 10'dan fazla limonlu çay eşliğinde -ikisini de pek sevmezken- o kadar saatin geçtiğini farketmedim bile. ilk tanışma için anormal değil aslında uzun saatler oturulup konuşulması. ama o ender rastlanan frekansı yakalamanın heyecanıyla ve belki bir dahası olmaz korkusuyla, o frekansta içimizde paylaşılmayı bekleyen her şeyi sığdırmaya çalıştık saatlere galiba. okuldan, hayatlarımızdan, yaşadıklarımızdan, neyken ne olduğumuzdan ve nasıl olmak istediğimizden, nelerin neden değiştiğinden, özlemlerimizden, beklentilerimizden, kadınlardan, erkeklerden, düzenden ve elbette gönül işlerinden konuştuk. en çok o konuştu aslında. ben hiçbir zaman anlatacak çok fazla şeyi olan biri olmadım, bu yüzden beni konuşturan da oydu; "seni sıkmıyorum di mi? kalkmak istersen söyle." dedi ara ara. öyle bir durumun olmadığını, oldum olası iyi bir dinleyici olduğumu, dinleyen olmayı sevdiğimi söyledim her defasında. aslında zevkle dinlediğimi eklemeliydim, nezaketini çok beğendim. "sıkılsan söyler miydin peki?" diye sordu sonra. "elbette." diyerek yalan söyledim. hiç gerek yoktu buna, kendimi kötü hissettim. akabinde ben neşeli bir şeyler anlatmaktayken, aniden "dur!" dedi ve karşıyakalı olduğumun aslında el hareketlerim-konuşma tarzımdan çok belli olduğunu söyledi. ben ciddi ciddi bir şeyler anlatırken bir anda gülmeye başladığı oldu hatta birkaç kez bu nedenle. kalktıktan sonra yürürken "bana bizim oraları hatırlattın. bu çok hoşuma gitti." dedi. gülümsedim ben. aynı şey belki de bana ondan fazla olmuştu. çünkü söylediklerinin dışında, -benim aksime- her şeyiyle tam bir 'karşıyaka çocuğu' ydu. bu düşüncemi de ona söylemedim. sohbetin ortalarında bir ara konuşmamı kesti; "çok fazla şeyden konuşuyoruz ve söylediğin bazı şeyleri unutmak istemiyorum. not alsam rahatsız olur musun?" diye sordu; elbette olmazdım. özel hayatından bahsetti sonra, ilişkisindeki bazı problemlerle ilgili ona yardımcı olmaya çalıştım. ardından ben de insanların beni algılayışıyla benim kendimi algılayışım arasındaki uyuşmazlığın hayatımdaki negatif etkilerinden bahsettim; "hayır saçmalama, sen öyle değilsin, şöylesin, böylesin." demedi, benimle ilgili olumlu-olumsuz düşündüklerini zaten konuşmaların arasına serpiştirmişti. beni hafifçe telkin etti. eğer arzu edersem bu konuyla ilgili görüşmem için tanıdığı birilerini ayarlayabileceğini söyledi; cevabımı beklemeden -ucundan kıyısından bu işlere bulaşmış olduğundan- ufak birkaç tavsiyede bulundu ve muhabbeti tekrar bana pasladı. vücut dili üzerine konuştuk bir ara. her şeyimin aslında apaçık ortada olduğunu anladığını anladım. bu konuyu kurcaladık biraz da. saatler maatler geçip gitti işte sonra. hava karardı ve soğudu iyiden iyiye. üzerimde onun montu vardı ve onun da üşümeye başladığı aşikardı; kalktık. hafiflemiş ve oldukça neşeli hissettim kendimi dönüş yolunda. bu etki de halen devam etmekte.

bu iyi halimin ikinci nedeni ise bir kuzu*. kazık kadar bir şey aslında. iş güç sahibi filan oldu ama benim için hala kuzu. her söyleyişi çat diye söyleyiş olan bir kuzu bu. daha yapmamış olmama rağmen üzerine bir dolu şey söyleyip yazabileceğim bir kuzu bir de. şimdi şöyle bir dönüp baktığımda farkettim ki; hasbelkader de olsa, hayatımda varlığı elzem olan insanlar grubunun ilk üyesi o. aslında tam da şu an bir şeyler yazasım geldi ona, ama buraya sıkıştırmak istemiyorum. o yüzden de tekrar erteliyorum. o da yazabilir ayrıca. hatta o bana yazsın önce -zaten hiç yazdığı yok bu aralar-, ben öyle yazayım. ahah! neyse... kendisi ankara' da yaşadığı için, yazın bir türlü denk gelemediğimiz ve 1 senedir hiç görüşmediğimiz için sonunda bari ben oraya gideyim diye karar verdik. engel teşkil edebilecek şeyler vardı. bugün onlar da ortadan kalktı. bu harika haberin üzerine neşemi kaybetsem ayıptı.
*(kuzu için bkz.
http://shiveringstar.blogspot.com/)

ankara adlı şehir de benim için ilginç bir hal almaya başladı gitgide son 1-2 senedir. halbuki hiç alakam olmayan bir şehirdi. sadece memleketin başkentiydi filan. garip...

25 Eylül 2008 Perşembe

Kırık

bir defter daha kapandı. şimdi içe yanma zamanı...

23 Eylül 2008 Salı

Nedir

çocukluğumuz boyunca bize durduk yere şeker verenlerden korkmamız öğretildiği için mi umut vadedenlerden kaçıyoruz? ben de umut vadediyorum, bu yüzden mi herkes avuçlarımdan kayıp gidiyor? bana da umut vadedildi; kaçmadım, kaçmadığıma pişmanım. öyleyse benden kaçanlar haklılar mı? niyet diye bir şey vardı sanki, iyi niyet... güvenilir olmak diye bir şey de vardı, hatta karşılığında inancını pekiştiren sözler duymak... peki ya onlar neden kaçtı? tekrar karşıma çıksa ya onlar, gelip sırtımdaki bu korkunç acıdan beni kurtarsalar ya... sözümü verdiğimde onu tutamayacağıma inanıyorlarsa, bana bunun sebebini bir açıklasalar ya...

17 Eylül 2008 Çarşamba

İşbu Hal

bilmek neden yetmiyor bana? hareketlerime, söyleyeceklerime ket vuran bu diğer ben de kim? iki gözü üzerimde, her açımdan durmadan beni gözlüyor yargılamaya hazır; öncelikli görevi her daim beni kırmak, kendimi kendime düşman kılmak. elim ayağım dolaşıyor birbirine, önceliklerimi sıraya koyamıyorum. ne yapmayı-söylemeyi planlasam, onu hemen yersiz buluyorum. ve akıp gidiyor zaman. karşımda oturanın gitme vaktini getiriyor. daha biraz önce gelmişti halbuki o. daha yüzüne dikkatlice bakacaktım, dudaklarından dökülen hiçbir sözü kaçırmayacaktım. şimdi hatırasız kaldım. gülecektik daha, söyeyeceklerim vardı ona. zaman; beni aciz bıraktın!

bir sancı var. nefret ederek olması gereken şekilde davranmaya zorluyor beni. gözlerim ama olmalı, dilim lal; aksi şekilde davranırsam, bir diğer hiç hoşlanmadığım "zorlama" olacak olacaklar.

dileklerim bende kaldı, varsın kalsın. zorlamadım, iyi de yaptım. akışına bıraktım. kendimi tutamayarak tek bir şey oldu yaptığım; iki damla gözyaşımı ardına kattım...

6 Eylül 2008 Cumartesi

SUAL

05.09.08 02:32


Gördüğüm bir şey var bildiğim
Gönüllere vurulmuş 40 kilidin sakladığı
Hapsolan özlemlerle gölgelenmiş gözlerde
Çünkü kırılmaktan neden korkar insan yine de
Unutmak diye bir şey bahşedilmişken bünyeye
Saklarsın
Korkarsın
İtinayla biriktirirsin yüreğinde
Sakındığın tüm duygular
Uyumazdan evvel
Ayaklanır
Hayaline konu olur
Gel
Kal
Ol
Demeye çekinip de
Naçizane hesaplarınla
Boşa verdiğin her varlığın yokluğu
Kalkar yine seni vurur
Öyleyse açılacak yaradan neden kaçar insan yine de
İyileşmek diye bir şey bahşedilmişken bünyeye
Geçmiş geçmiyor olsa
Olacağa gelecek denmezdi
Her insanın bir diğeriyle aynılığı bilinse
Bozgunlara rağmen umut edilmezdi
Denenmiş yanılgıysa
Denenecek olan başarı olasılığı
Öyleyse yanılmaktan neden korkar insan yine de
Öğrenmek diye bir şey bahşedilmişken bünyeye
Giden gitmiş olsa da
Bıraktığı yara değil hatıradır
O hatıra peşin sıra sürüklenecek acı değil
Kendinde görmen gereken bir yandır
Zira bilinenin alışılmışlığında kendini tanıyamaz insan
Yeniyle yüzleşmenin tahmini kolay
Tecrübesi muammayken
O zaman yorulmaktan neden korkar insan yine de
Dinlenmek diye bir şey bahşedilmişken bünyeye
İnsanı güzel kılan gösterebilişidir sevgiyi
Ve sevgi her daim biçimleri yendi
Öyleyse açıp kilitleri
Korkmadan
Sakınmadan
Saklamadan
Tekrar tekrar
Tekrar
Tekrar
Tekrar
Denemeli…


Mi? :)

24 Ağustos 2008 Pazar

HORTLAK

03:36

Hayatımdaki hiçkimseyi gerçekten sevmiyorum galiba şu an. Bu gece yapayalnızlığımı bayağı net duyumsuyorum. Sevmek istediklerim oldu; izin vermediler, veremediler yahut nasıl vereceklerini bilemediler.

Yaşam koçu tandanslı varlığımdan artık yılgınım. Kimseyi suçlayamam, kendimi bile. Şartlar dahilinde iletişim kurma şeklim kendiliğinden bu hali aldı. Çoğu zaman yıllar almış dil dökmelerle iyilik, güzellik, açıklık öğretilerimi bazen inatçı, bazen habis, bazen kapalı, bazen kırılmış keçilerin kafasına sokmaya çalıştım. Amacım hem kendime yönelik, hem de onların hayrınaydı; sosyal hayvanlar oluşumuzu daha az sancılı hale getirmeye, engelleri yok etmeye çalışıyordum, bunu herkes için hala da yapıyorum. Zamanı boşa harcatan o kaçma, kovalama, saklanma, bekleme oyunlarından nefret ediyor, -ebilememek durumunu devre dışı bırakmak istiyorum.

Ben hep oradaydım, çünkü bazılarının geri dönüşleri geç olurdu. Tükenirdim ben o aralarda. Yaparken asla yılmaz, beklerken hep yanardım, mum gibi, içime içime. Azalmazdım, ama enerjimi açığa çıkarmam için gerekli olan fitilimi yutardım. Matlaşırdım sonra. Gözlerim hep gri görmeye başlardı. Uzaklaşırdım. Kendimi yeniden yaratmak için uzaklaşmalıydım, zira hiç beni besleyen olmadı. Hislerimi alır, rafa kaldırırdım, “Benden bu kadar.” der, hoşçakalırdım. Bu nedenle hep zalim olmakla suçlandım. Suçlayanlar, hiçbir zaman gidebilme ihtimalimi göz önünde bulundurmamış olanlardı.

Uzaklaşmanın ardından önce evime, sonra içime kapanır, çalkantılarımı durultmaya çalışırdım. Fazlaca ağlar, fazlaca uyur, bir süre sonra soğurdum. Yeterince soğuduğuma kanaat getirince, dönüp bir bakardım olanlara; sebebi ortaya çıkarana kadar düşünür dururdum. Bulunca rahatlar, sadece rahatlardım. Kendimi yeniden yaratmam hiç kolay olmazdı; bir süre izole yaşardım. Böyle zamanlarda öğrendim yaşamın kalp atışlarını duymayı, doğaya sığındım, bir tek o beni sevgiyle kucakladı, ama hayvanlığımın sosyal oluşu yadsınamazdı...

Bu gece telefonum çaldı, ahizenin diğer ucunda geçmişimin ilk gerçek tecrübesinin sesi vardı; dudakları, en gücendiren zalimlikle suçlanışımı bana yaşatandı, vakt-i zamanında, en beklemediğim hep orada olacağımı sanandı. Kendime inancımı bıraktığım o lanet lanet, yine o dudaklardan çıkmıştı. Nefret etme yetim yok. Zalim olma yetim yok. Yalnızca katı olabiliyorum ve olabilecek hale geldiğimi anladığım an, sevmeyi bırakıyorum. Beni lanetlediği günün üzerinden tam 4 tane 365 gün ve saatleri geçti. Bu süre zarfında laneti bozacak biri gelmedi.
“ sen sevilmeye değer, güzel bir insansın. ”
bunu bana kimse söylemedi.

Lanetleyenimle yüzleşmeye gidiyorum; zorlayacağını, reddedeceğimi, üzeceğimi, üzdüğüm için üzüleceğimi biliyorum. Bir kez daha lanetlenmekten çok korkuyorum. Sesi vicdanımınkiyle birlik oluyor. Bu gece vicdanım bana çok mantıksız şeyler söylüyor...

22 Ağustos 2008 Cuma

Ne Diyem Mahmut Mu Diyem

terimleri istemiyorum, isimleri reddediyorum, şekillerden nefret ediyorum. adı konmuş, biçimendirilmiş ne varsa yok olsun, tüm dünya bir büyük ruh olsun. uzun uzun anlatarak anlayalım birbirimizi, kolaya kaçışa meyil ettiren o lanet tek kelimeler olmasın. dokunalım körmüş gibi, hatta madde oluşu aşalım, içiçe geçerek ve tek olarak, birebir tanıyalım birbirimizi. böylesi olmayacak duaysa, o vakit hayvanlığımızı kullanalım; her taşın altından çıkan, ne olduğumuzu tüm çıplaklığıyla ortaya koyan o herkesin nevi şahsına münhasır vücut kokusunu arayalım. aramakla kalmayıp bulalım, bulmakla kalmayıp algılayalım. aşalım artık korkuları, "ben kendimce buyum, onlarca neyim?"sorularını. bırakamıyorsak şayet, o vakit kendimizi algılayışımızla başkalarının bizi algılayışını toplayıp ikiye bölelim. içi tanımlarla doldurulmuş sıfatları ardımızda bırakalım ve hem etiketlemekten hem de etiketlenmekten vazgeçelim. artık sıfatlarımızla değil, hislerimizi anlatışımızla betimlenelim.

sohbet nedir bilmiyorum. herhangi bir yere bakarken görülen herhangi bir şeyin güzel bulunuşunun paylaşımı aptalca olmasın istiyorum, özellikle de doğaya dairlerin.

- denizin mavisi bugün ne güzel değil mi?
- hııı...

dışından hııı diyerek beni başından savar ve kendince algını yöneltmeni sağlamaya çalıştığım yerin dikkate değmez olduğunu düşünürken, içinden beni gariplikle yaftalayan sen: siktir ol ve çıktığın yere geri dön; dön de bir bak nedir, ne değildir? çıktığı kabuğu beğenmeyene ne denir?ama sen söylediklerimi hakaret bilirsin, zira senin çıktığın yer algın annenden geriye gitmeye yetmez, hiçbir yargın, öncesinde konunun özüne inmez bilirim. halbuki çıktığın asıl yer, dikkate değer bulmadığın yerdir, denizdir. sadece o da değil; havadır, topraktır ve nihayetinde en mühimi, bir başka insandır. derininde daha derini, gerisinde daha gerisi de vardır.

doğanın içindeyken, bir anlık da olsa, sessizlik içinde gözünü kapatarak anı duyumsama dürtüsü barındırmayan, kendini yaşam telaşına kaptırmayı matah bir şey sanışından, gün içinde karşılaşılan onlarca güzelliğe gözleri kapalı olan insan modelini yakınımda istemiyorum.

yazım burada bitti!

Kollektif (U)mutsuzluk Psikozu

15.08.08, 03:36

İnsanlığımdan utanır hale geldim. Gördüklerimi görmüş, duyduklarımı duymuş, göğüslemek zorunda bırakıldıklarımı yaşamış olduğuma inanmakta zorlanıyorum. Çirkinlik ve seviyesizlikle yüzleşemiyorum. Sırtımda çok olağan olmasa da, en azından muadillerime kıyasla oldukça büyük bir yük var olmasına da bana asıl ağır gelen yüreğime çöreklenmiş ağırlık. Ailemden saydığım bir elin beş parmağını tamamlamayacak kadar az kişinin yaşayamamışlıklarının acısını taşıyorum; özellikle de kadınların. Kendimi sebepli sebepsiz bu durumdan sorumlu tutuyorum. Bir peri olup dileklerini gerçekleştiresim, onlara harcanmış hayatlarını yeniden yaşama şansı veresim var. Var da, nasıl var edilebilir bir sihirli değnek? Zaten seçim şansı verilmemiş olunmasına rağmen, dişi olarak dünyaya geliş hayata 1-0 yenik başlamakken, bir de bunca hak yoksunluğu, bunca eksiklik, bunca eziyet, bunca çaresizlik, arada kalmışlık, eziklik, susmak ve idare etmek zorunluluğu kadınlığa nasıl reva görülebilir? Eşitlik elzem değildir. Saygı tek başına yeterlidir. Kırıklıkları, döküklükleri, kızlık eziklikleri, kendilerini yaşama yerleştirememişlikleri, bölünmüşlükleri, içlerinin boşluğundan ileri gelen anlamsız kaprisleri, gerçekleşmesinin mevcut durumda var olmayan bir erkek varlığına muhtaçlığından ötürü hırçınlaştıran özlemleri, kullanmaları öğretilmeyen sıkışmış kapasiteleri, savunmasızlık korkuları ve özgüvensizlikleriyle yaşayan bu kadınlar doğru bir düzende büyüselerdi, dünyayı çok farklı bir yere taşıyabilirlerdi. Ama bunlar boş konuşmalardır. Kadın üzerine, kendim üzerine, kadın-erkek ilişkisi ve eşitliği üzerine çok fazla kafa yordum. Kadın ve erkeğin eşitliğine hiçbir zaman inanmadığım gibi, bunun oldurulma çabasını anlamsız, savunulmasını boş, olmasını da gereksiz buluyorum. Tek eşitlik insan olma temeline dayanır. Gerisi bence yalandır.

Kötü bir gece… annemle yine o nefessiz bırakan umutsuzluğa kapıldık. Sonra yine yalandan durum hafifletmeleriyle teselli aradık. Böylelikle aslı olmadığını bile bile birbirimizi geçici olarak avutarak suni bir nefes aldık. Çözümü zamana paslayarak ertelemek suretiyle sakinledik.

Yazlığa geldim geleli rol yapıyorum. Oysa çaresizliğe bilendim, sevdiklerime üzüldüm, evrenden diledim, sinir biriktirdim. gereğinden fazla idareciydim, herkese yetemedim ve nihayetinde gelen kötü haberi bardağımı taşıran son damla olarak belirledim bilinçsizce. Çok uzun zamandır ağlayamıyordum. İstesem de ağlayamıyordum. Mutsuzluğumu bölen bir umut dalı bulmuştum. Son zamanlarda sanırım ona tutundum. Ama bu acı gecede ona rağmen ağlıyorum. Kötümser olmak istemiyorum ama gerçeklerimi yok edemem. Umut dalıyla mutluluk şansını çok yüksek görsem de, onu derdime ortak edemem…

21 Ağustos 2008 Perşembe

Yanmayan Yanlı Yalnız

Yalnızlıklarıyla yanan insanlar var; dönüp kendilerine bakmadıklarından, baksalar da gördüklerini katiyen kabul etmediklerinden veya değiştirmeye çalışmadıklarından. Onlara üzülüyorum, fark edişimin kendimde fark yaratmış oluşuna kendi adıma seviniyorum, ama çabam bazen bir şeyi değiştirmiyor. Zira bazen öyle akıllılarına rastlıyorum ki, bu gibiler beni kendi silahlarımla vuruyorlar. Kendi silahınla vurulmak ise en acı veren yaraların açılmasına sebebiyet verebiliyor. Zaman zaman da çok akıllı sandıklarım çok aptal çıkıyor. Böyle anlarda tekrar içime dönüyor, temelsiz bir kendini beğenmişliğe kapılmış olduğumu anlıyorum, kendime geliyorum, zira hayat bana çok iyi öğretti ki bazı insanlar laftan anlamaz. Öylelerine algıları açık, yardıma hazır biri değil, bizzat hayatın okkalı bir şamarı lazımdır, ancak o şamar böylelerini hakikatle barıştırır.

Yalnızlıklarıyla yanan insanlar var; en mahrem duyguları kalplerinin en dibine gömülü ve maalesef başka şeylerle kamufle edilmeye ömürlerince alışmış. Böylelerini kaderlerine terk ediyorum. Aksi için kıvranmalarına rağmen beni yalnızlığımla yanmaya bıraksalar da onlar gibileri affediyorum. Kimse beni anlamak zorunda değil, anlamayabilir, anlasa dahi herhangi bir veya birkaç sebepten ötürü bu hayatı benimle paylaşmak zorunda değil. Tüm bunları anlıyorum, kızamıyorum, zaten yalnızlığın paylaşılabilirliğine de pek inanmıyorum, kaderime razı geliyorum, “belki ileride bir gün, biri.” Diyorum, yorulmuyorum, gocunmuyorum, umut edişimden utanıyorum, yanmıyorum…

3 Ağustos 2008 Pazar

İlham Denizi

onu sevdim...
herhangi bir şeyiyle başlayıp
her şeyini kapsayarak

özlemini duyduğum
yaşamış, kaybetmiş ve geçen yıllarca unutturulmuş olduğum
yumuşacık bir histi peşinde koşmaktan yorulduğum

oysa bir ilkmiş meğer bu yaşanan
artık hiçbir şeye şaşırmaz haldeyken
beni bile şaşırtmayı başaran
kendimle ilgili oluşturduğum tüm o olumsuz yargılardan
beni kendiliğinden sıyıran
yürürken yolumda yalnız
artık mucizelere kesinlikle inanmadan

ama umut flörtçü ve havai bir kadınmış
ilgini kestiğini anladığı anda
mutlaka kendini yeniden hatırlatırmış

içimdeki bu güçlü duyguyu inkar edemem
ucunda kırılmak da olsa
nedense hiç korkmuyorum
hayatımda ilk kez gecenin karanlığından uzak
gün ışığında yüreğimdekileri döküyorum

1 Ağustos 2008 Cuma

Le Témoignage De La Mer

biri beni çağırıyor; "gelmese..." derken, içten içe aksini dileyerek..
hissediyorum;
bu duyguyu gayet iyi biliyorum.
özünde göreceli, genelinde geçer, saplandırılmış "sözde" olması gerekenler.
kıvılcımlı bir gecede, yüreğin sesine su döken akli sakinleştirmeceler.
şart, koşul, biçim ve şekiller; izin verildiğinde, etkileriyle imkansızı yaratabilenler.
ama bir bakış, bir koku, bir gülüş, bir yargı, bir söz, bir ilk andır virüsçesine yayılan
ve yayılan virüsün yarattığı tatlı gelgitlerdir engelleme çabasını hükümsüz kılan.
gözler, sözler, saklananlar, istenenler, verilenler havada asılılardı;
tüm bunların kıyısında şahit, en sevdiğim deniz vardı...

31 Temmuz 2008 Perşembe

La Mer Est Peut-Etre Vivante

"yaratırken yok edeni bağışlamıyor zaman." demiş biri, çok iyi demiş. yakınlarda okumuş olduğum bir kitaptan aklımda kalan bir cümle. kısa cümlelerden etkilenmeden edemesem de, uzun cümlelerde kaybolmaktan apayrı bir haz aldığımdan dolayı, son dönemlerde kitaplarını elimden bırakamadığım meşhur rus yazarlardan birine ait olduğunu sanıyorum.

zamanı kişileştirebilir miyiz sahiden? zamanın bir ruhu var mıdır? varsa da aslen ruhsuzdur bence zaman, veyahut ruhu alabildiğine arsızdır. senden, benden, oradan, buradan kırpar anları; öyle eliçabuktur ki yaşadığın o anları hayal sanarsın; damağında tadı kalır, zihninde kareleri, heyhat bu ikisini bir daha asla aynı şekilde bağlayamazsın. sindirmene izin vermez zaman, insanı hep ağzına bir parmak bal çalmak suretiyle hevesli, doyumsuz ve bir de şaşkın bırakır. bu öyle bir şaşkınlıktır ki, "acaba ben bunu gerçekten yaşadım mı?" dedirtir insana; sevgiliyle ilk buluşmalar, en sevdiğin grubun/sanatçının konserleri, yaşamının çeşitli yerlerine serpilmiş herhangi ilk tecrübeler gibi. demem o ki, zamanla olan ilişki de, geri kalan tüm ilişkiler gibi karşılıklıdır. zira yaratırken yok edeni bağışlamayan zaman, bizzat kendisi de yaratırken aynı zamanda da yok edişinden ötürü bağışlanamazdır.

zaman en yaşlı ve dolayısıyla da huyu en değiştirilemez olandır. bağışlanıp bağışlanmamanın da pek umrunda olacağını sanmıyorum. hayatla kanka olması ve bizim de hayata -tercihe göre- akıldan, yürekten, ruhtan veya belden bağlı olmamızdır onu böylesine küstah yapan. ona küsmenin bize yalnızca zararının dokunacağından emindir, haklıdır; zamanla iyi geçinmek kişinin her daim yararınadır.

çok çok yakın geçmişte, yanındayken zamanla çok iyi geçinebildiğim birini tanıdım. normalde anın içinde tüm benliğimle ve tümden kendim olarak var olamayışımdan beni sıyırabilen biri oldu bu kişi. çok anlamlı birkaç aynılığı paylaşıyor olma tesadüfünün keşfi keyfine nail oldum, yanında oldukça mutluydum. elbette tüm bunlar güdülerimin beni zaman zaman yanılsamalara sürükleyen atıflarından biri daha olabilir. esas patron evrenin taşeronu olan zaman, ileride gerçeği gösterecektir.

neyse...

bir kişiden söz ediyordum; kendisiyle barışamamış, yine de kendini kabullenebilmiş, rahat olan ve rahat ettiren birinden. algıları açık, duyuları hassas olanlardan bu birisi; tam yaratırken yok olmasına sebep olan tüm diğer etmenlerin yanında zamanı da bağışlamamı zorlaştıracak kadar merakımı kamçılı, kareleri aklımda, keyifliliğinin tadını damağımda bırakan...

10 Temmuz 2008 Perşembe

Zamanın Dönüştürerek Düşündürdükleri

"kırgınım, ama yine de gel. gel, çünkü çocukluğa ait o içten gülümseyişin bana nefes aldırıyor, acısız. kızgınım; olsun, sen yine de gel. bana bakma; biliyorsun ki arada gidip geliyorum, zaman zaman seninle alakalı olsa da çokça senden bağımsız. soruyorsun, ama ben cevaplayamıyorum; kim bilir belki de sana yumuşak karnımı göstermeye çekiniyorum. sen yine de sormaya devam et, çünkü gün gelip de sormaz oluşundan da korkuyorum. gelme desem de sen yine de çal kapımı; ben en çok senin kapımı çalışını seviyorum. gel ve bana bensiz geçen günlerini anlat; ben uçarı sesinde yaşama sevinciyle bağlantı kuruyorum. yargılarından, planlarından dem vurmadan gitme sakın; özgüveninde karar vermeyi öğreniyorum."

21.05.2008 tarihinde ortaokulvari duygularımın işbu şekilde olduğunu, gönderiler arasında duran bir taslaktan öğrendim. insanın neye/kime nasıl inanmak istiyorsa öyle inanması ne kadar da garip. hayatımıza alıp, yaşantımıza kattığımız insanların aslında kendileri değil de ihtiyaçlarımızın yönlendirdiği inançlarımızda vücut bulan, gerçekliği saptırılmış figüranlar oluşları ne acı. ilk bakışta yalnızca ilginç aslında. acı bir hal alışı hem iğneyi hem de çuvaldızı ilk önce kendimize batırışımızla başlıyor. tarafların açılarından bakmaya başladığımızda, kendimizin de yaşantılarına alındığımız insanlar için birer saptırılmış gerçeklikten ibaret olduğumuzu anlıyoruz. bu noktada süperegomuzun öfkesiyle kıvranıyoruz, zira içten içe doğruyu biliyor olmak eski köye getirilen yeni adetin sancılı adaptasyon süreci gibi bir şey. "ben şöyle böyle yaptım, buna rağmen karşılığında şunu bunu yaşadım." şeklindeki çemkirmelerin altında yatanın; evdeki hesabı çarşıya uyduramamak, yani manipülasyon çabamızın başarısızlığı anlamına gelişi, her birimizin gönlünde yatan aslan olan 'dünyayı kurtaran insan evladı' olmak tutkusuyla örtüşmeyen, yüzleşmesi ve kabullenmesi oldukça zor bir gerçek. örneğin yazının başlangıcındaki, vakt-i zamanında dışa vurmuş olduğum duyguların öznesi olan şahıs, hayatıma alelade bir şekilde girmiş, ilişkinin devamında da davranışlarında hiçbir olağanüstülüğe rastlanamayacak bir kişidir. yaşanılanlarda ise hiçbir eşsizlik, benzersizlik ve alışılagelmişin dışındalık yoktur. hatta aksine, beni yormuş, yıpratmış, değişkenliğiyle aptallaştırmış, tutarsızlığıyla şaşırtmış, duyarsızlığıyla kırmış ve hoyratlığıyla hırpalamış bir er kişidir. varlığının tüm bu katma değersizliğine rağmen, yokluğu sanki bir boşluk yaratıcakmışçasına, söylemimde kendisine git desem dahi içten içe yine de gelmesini dilediğime yer vermişim. bu histerik arzunun meali aslında "rica ediyorum beni yanılgımla baş başa piç gibi ortada bırakma ve hatta mümkünse bana yanılmadığımı kanıtla." dır. heyhat sana hiçbir şey vaat etmemiş birinden ortada kabak gibi duran gerçeğin aksini kanıtlamasını nasıl isteyebilirsin? bunu neden yapsın? ayrıca senin onu alıp koyduğun yere ait olmak adına en ufak bir çabası olmamışsa, bu tepeden inme sıfatlarla cüretkarlaşmasına nasıl kızabilirsin? bir hikaye yaşamak isteğiyle onu yazmış, roller biçmiş ve oyunu kendi kendine sahnelemiş bir insan olarak, onu yargılama hakkına sahip olduğumu iddia edebilir miyim? hiç sanmıyorum. fiziksel varlık yetersiz gelmiş ve üzerine anlamlar yükleme ihtiyacına kapılmışsam, zaten daha işin en başından beri olagelen bir eksikliğin varlığı ortaya çıkıyor. ben bu eksikliği gerçekten görmedim mi yoksa görmezden mi geldim? cevabı sıkıntıya sebebiyet veren esas soru da bu zaten. yanlışı yanlışla kapatmak; sınır koymamış olmana rağmen, sınır ihlallerine kızmak... vah bana vahlar bana!

bilinçaltında nihilliğinin tamamen farkında olmasına rağmen, benliğini şekillendiren dış etmenler dolayısıyla narsistliğinden ödün vermeyerek, arzulanan sıfatlara/yerlere/kişilere sahip olabilmek adına, zaman zaman soytarılık derecesinde pragmatik yaklaşımlarla kaotik bir kısır döngü yaratmış sersem ve gülünç yaratıklarız biz insanlar. kabaca "ben seni şöyle çok, böyle güzel sevdiğim ve bu nedenle şöyle büyük böyle iyi şeyler yaptığım için sen de beni sevmelisin, sevmiyorsan insan değilsin." gibi.

dünya artık herkesin kapısının önünü süpürmesiyle temizlenmekten çok uzakta; dolayısıyla "öyleyse ne yapılmalı?" sorusunun cevabını soruyu soran olduğum için bana değil, kişilerin bizzat kendilerine sormalarını rica ediyor; elini taşın altına sokmaz bir profil çizerek, bu yazımı havada kalmış lakırdılar topluluğu halinde bırakmak suretiyle sonlandırıyor ve kafayı vurup yatmaya gidiyorum.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

7 Temmuz 2008 Çarşamba gecesi halet-i ruhiyesi

hayret verici şekilde serin bir İzmir yaz gecesi. balkonda oturmaktayım ve hayret verici şekilde iyi hissetmekteyim kendimi. bir şeyler yazmak istedim öylesine laflamak suretiyle. james la brie NY şehrinin sokaklarında yağmurun yağmakta olduğunu haykırıyor. bu durum beni hiç ilgilendirmemesine rağmen ilk bu şarkıyı açtım. balkon masasının üzerinde geçen gün satan çocuğun içime dokunuşundan dolayı satın aldığım bir saksı fesleğen bitkisi var. 2-3 gündür eve uğramayışım yüzünden susuz kalmış; süngüsü düşük. bozuk atmak hakkıdır, zira kendisine ölüme terk edilmişliğin bir ön izlemesini yaşattım. sulayayım dedim, taşarak bilgisayarımı ıslatmak suretiyle intikamını alıyordu az kalsın. klavyede L harfine zor basılıyor. L tuşunun tribi kime ve neye onu kimse anlamadı. üstüne üstlük az önce sigara dudağıma yapıştığı için parmağımı ve masanın örtüsünü yaktım. nescafem, soğuk suyum, sigaram halihazırda masa üzerinde mevcudiyetlerini koruyorlar. ha bir de 24 saati aşmış bir uyumamışlık halindeyim.

konuya giriyorum: aklımın okunabilinmesini talep ediyorum. (hafif hafif esen meltem ve getirdiği nefis fesleğen kokusu: sanırım aramızdaki buzlar yavaştan çözülüyor.) evet evet akıl okuyabilmeyi değil, tam aksini istiyorum. bu neyi değiştirir kimse bilmiyor. aslında anlamsız bir istek bu; sebebi sağır sultanlara deveye hendek atlatmaya eşdeğer bir efor sarfıyla dil döküp durmak suretiye laf anlatma çabasının yılgınlığı sanırım. bazı insanların tek kulakları olmalı ki anlatılanlar diğer kulaktan çıkamasın.

söylemeden geçemeyeceğim; bütün fransız şarkıcılar birbirleriyle düet yapmak zorunda değiller. biri bunu onlara söylemeli. calogero ile yaptığı düette "y'a pas un homme qui soit né pour ça." diyor florent pagny. insanın neyi yaşamak için doğmuş olup olamayacağının kararını verecek kişinin kendisi olduğu yanılgısına nereden kapılmış acaba? gerçi savoir aimer albümüyle ortaokul yıllarımın her gecesini istisnasız gözyaşlarıyla doldurduğu dönemlerde kendisine karşı oluşturduğum hayranlık, charles aznavour ve daha pek çoklarının birlikte seslendirdikleri "pour toi armenie" adlı şarkıyı duyduktan sonra net bir şekilde antipatiye dönüşmüştü. yani bu hususta benim gibi alelade bir vatandaşla aynı vasıfsızlıktayken, ne diye böyle işlere kalkışmış(lar) aklım almakta zorlanıyor. ama en büyük hayal kırıklığım; çocukluğumun ve kuvvetle muhtemel geri kalan tüm yaş dönemlerimin en sevdiğim müzikali olan "the sound of music" in erkek başrol oyuncusu olan christopher plummer' a yine charles aznavour' un yazıp, yönetip, oynadığı aynı amacı güden ve pek de eski bir yapım olmayan -adını an itibariyle hatırlayamadığım- filminde rastlayışımdı. bir anda dünyam başıma yıkıldı ve gözyaşlarıma hakım olamadım. bir sanatçının taraflılığı ne büyük bir hıyarlıktır şahsımca. aklımı okuabilenler olsa ve burada hayal kırıklığına sebebiyet veren durumun bir türk olarak hayran olduğum insanların ermeni soykırımının varlığına inanmalarına ve bunu savunmalarına içerleyişim olmadığını açıklamaya gerek olmasa ne güzel olurdu. körü körüne inanışlar ve muammalar üzerine iddialaşmalar bana göre değildir.

uykusuzluk zurnamın zırt demeye başladığı şu anda; çaktırmadan gözlerini dinlendirmekte olan beynimi bir şeyler düşünmeye zorlamamın altında yatan psikolojik problemimin ne olduğunu da merak etmiyor değilim hani. ezanı dinlemeden uyursam bir daha uyanamayacağımı sanmak gibi bir saplantıya saplanmış olabilir miyim acaba içten içe, kendime bile çaktırmadan?

öyleyse 'the sound of music' müzikalindeki en bir pek çok haz ettiğim şarkıyla blogumu sonlandırmak isterim.

christopher plummer & julie andrews (filmde kızıyla söylediği sahne tercihimdir.)

-edelweiss-

Edelweiss, Edelweiss
Every morning you greet me
Small and white clean and bright
You look happy to meet me
Blossom of snow may you bloom and grow
Bloom and grow forever
Edelweiss,Edelweiss
Bless my homeland forever...

11 Haziran 2008 Çarşamba

Sakınımlı Otokritik


"Bizim yanlışlarımızın sonuçları yalnız bizi ilgilendirir olarak kaldıkça öz eleştirimiz güzel karşılanabilir."- M. C. Anday.

nefret ettim kendimden; ettirilmedim, ettim... eğri oturuyordum, artık doğru konuşmalıyım. şapkamı önüme koymalı, herkesten evvel kendimi yargılamalı ve artık asmalıyım. ilmeği boynuma geçirebilmeliyim artık; özgür irademle kör ettiğim gözlerimi gerçeklere açmalı, her şeye rağmen sevmeye devam eden yüreğimin dizginlerini iyice sıkılaştırmalıyım. 'boktan dünya', 'bencil insanlar' nutukları çekmeyeceğim bu kez. bu kez kendimin keskin kılıcı olacağım, sevmekle başlattığım her şeyi kaldırıp denize atacağım, deniz ki benim aynamdır; ilk iş tüm yanlışlarımı ona anlatacağım. yüreğimdeki yıkıntıları süpüreceğim, sebep olanları bir kalemde sileceğim ve denk gelirsem şayet, bu kez müstehak olanlara tek tek hadlerini bildireceğim. arada kalmışlığımla barışacağım artık; yalandan değil, tüm yalınlığımla kendime döneceğim. temizlik vakti geldi çattı; yeni mevsime ferah bir yürekle gireceğim.

idare etmek başlıca suçlarımdan biriydi; ilk önce bundan vazgeçeceğim. sabırla katlandım, bana yapılmasını istemediğimi başkalarına yapmadım. herkesi kendi haline bıraktım, karşılığında riyakarlıkla karşılaştım. öyleyse artık hoşgörü rafa kaldırılmalı. öykündüm, yaltaklandım, söylenmesi gerekenleri, söylenmesi gerektiği anda ağzımdan çıkarmayı göze alamadım. beni kıran duyduklarım ve gördüklerimi yok saydım; korkaktım.

korkaklığımın sebepleri vardı, ancak bu sebepler haklı mıydı, ki nihayetinde vicdanımı rahat bırakmadı.

acımı sırtımda gezdirmeyeceğim dedim, kendi sorunlarım içimde yumak halde çözmemi beklerken, başkalarından medet ummayacağım dedim. ummadım da aslında, yalnızca bir parça destek bekledim; beklentinin ne pis şey olduğunu bir kez daha tecrübe ettim. işi bilen, işe gitmeyen hesabı, içten içe her şeyi bildim de yine de yanlışlara eyvallah diyerek bıraktım akışına her şeyi. açıkçası gücüm yoktu. gücümün olmayışının sebepleri vardı, bu sebepler korkaklığımınkilerin aksine haklılardı.

tüm bunlara gerek vardı veyahut yoktu; şimdi bunlarla kafa yoramayacak kadar halsizim. tarihimin tekerrürünü önlemek amacıyla yöntem değiştirmiştim. ancak elde, arada karbon kağıdı kullanılmışçasına aynı duygular kaldı. öyleyse hatamı yanlış yerde aramışım. bu sonuçları doğuranın, yanlış yöntem olduğunu sanmışım. ilişki oyunlarından oldum olası haz etmedim. sınırları çizmek adına itişip durmaktan da yılmıştım. kendiliğindenliğin güzelliğine oldum olası hayrandım. hem yaralıydım, sevilmek ihtiyacındaydım. kendi adıma diğerlerinin yaralarına her zaman duyarlıydım. sanırım duyarlılığı da abarttım; kendimi bir parça rahibe teresa olarak duyumsadım. işe yaradığımı görme ihtiyacındaydım; kendiminkilerin önünde başkalarının ihtiyaçlarının giderilmesini öncelik saydım. böylelikle özsaygımdan gittikçe uzaklaştım, zira sanırım destek olmakla kul/köle olmayı karıştırdım. böylelikle egosu doymak bilmez küçük tanrılar, cüreti sınır tanımaz sahte efendiler yarattım. olacakları öngöremeden, hayatımın totaliter bir düzene girmesine sesimi çıkarmadım.

"ilk gereksinimler ya da hiç değilse en çok duyarlılık gereksinimi, iyilikçi bir yüreğin yaptıklarıdır. gereksinim duyulduğu sürece hangi insan yararsızdır?" - J.-J. Rousseau

yanlıştan dönüldüğü andan itibaren kara geçilmeye başlanır mı, açıkçası pek emin değilim. yine sürükleyebilirim diye ürkmekteyim. o yüzden ya kaldırıp atmalıyım ya da taşa dönmeliyim.

kendimi unutmaya çalışıyordum sanırım, yalnızca başkalarını düşünerek. süngüm düşüktü, kendimi koruyamadım. alıp gittiklerinin hesabını tutmadım; ancak doldurmaya çalıştığımdan çok daha büyük bi boşluk var şimdi içimde. dolaylı yoldan kendi kendimin canını yaktım. başkalarına sığınarak günleri kurtarmaya, başkalarına olanlarla uğraşmak suretiyle kendime olanları unutmaya çalışarak en büyük hatayı yaptım. hatalarımın sonuçları artık bahaneler uyduralamayacak, görmezden gelinemeyecek hale geldi madem, öyleyse şimdi kendimi asmalıyım; kendi infazımdan yeni bir ben doğurtmalıyım. hatalarımı tespit ettim. yolum çekilecek gibi değil, infazıma karar verdim. ancak tüm bunlardan evvel yeni doğacak beni nasıl yaşatacağımı belirlemeliyim.

"Aynı durumda iki kez yanılan, birincisinde yanılmamıştır."

- j.-j. Rousseau

bu artık bir benlik savaşı; kendimi kendime bir şekilde ispat etmeliyim. şayet yaşamak öğrenilebilen bir şeyse, deneye yanıla bana en uygun olanı keşfetmeliyim...