"This is where the one who knows, meets the one who doesn't care..."

26 Kasım 2008 Çarşamba

Don't Take Offence at My Innuendo

derin bir nefes al. bu nefes, gezegenin çekirdeğinden gelecek kadar derin olsun ve yüreğinin tüm zerrelerine dolsun. sonra yavaşça ver aldığın o nefesi; içinde kalmış ve var ne yoksa bırak çıksın dışarıya, hepsi atmosferde kaybolsun.
rahatladık mı şimdi?
yok mu?
o vakit başka bir çözüm üretin.
geçmişi peşi sıra sürüklemek istemeyenlere bunu öneriyorum. geçmişin acısına saplanmış, debelenen türden haz etmiyorum. unutamıyor olsaydık, hak verilebilirdi bu türe. farketmeden unutmasaydık zamanla...
farketmeden unut(ul)mak: şimdilerde kalbimi inceden sızlatmakta olan soyut eylem. göz ve gönül arasındaki orantının doğru olduğuna inanan var mı gerçekten?
keyfi biraz bu işler galiba; insan öyle olmasını istiyorsa öyle davranıyor, diğer türlüsünü göze almaya cesaret etmemeyi seçiyorsa...
hayatın inişleri, hayatın çıkışları ve hayatın tekdüzeliği var dönemsel. tekdüzelik zamanları tekdüzeliğinden dolayı, inişli zamanları ise sıkıntı verdiğinden dolayı hep geçmez zamanlar gibi geliyor bize; çıkışlı dönemler keşke hiç bitmese...
demek ki çıkışlı dönemler daha mühim öyle değil mi? oysa tekdüze ve inişli dönemlerin etkileri yer ediyor hep bünyede, çıkışların tüm o coşkun duyguları sabun köpüğü. belki de sadece sabun köpüğüyse uçup gidiyor çabucak, belki zaman zaman derinlere işlediği de oluyor. bana genelde böyle oluyor işte; 'an' denen şeyin içerisinde her şeyimle var olabilmek, gerçekten var olabilmek adına yıllardır sarf ettiğim çabanın kekremsi tadlı meyvesi olsa gerek bu derinlemesine hissetmek.
duyguların güçleri, onların kendilerini kalıcı ya da geçici kılmalarını sağlıyor. ben artık unutmayı hatırlayamıyorum; bana mutluluk vermiş hiçbir şeyi geçmişime terk etmiyorum, her birini toplayıp bugünüme taşıyorum, hepsini capcanlı tutuyorum. mevzu bir acıysa şayet, ben onu olabildiğince yaşıyor, bitirdiğim yerde bırakıyorum.
geçmişte bırakılışıma itiraz, kimsenin unutuşuna müdahale edemem. ben ,"olurum" yalnızca. parçalarıma ayrılıyor, atmosferde kaybolduğumu duyumsuyorsam, zamanın akışına katılıyorum demektir. doğanın düzenine saygım da sevgim de sonsuz olduğundan, kimsenin doğasına karışmam. beni bugününe taşımayan, geçmişin ellerine bırakan birine sevgiyle tutunamam.
ilişkilerde her şey ortak, geçmiş de dahil olmak üzere. biri birini geçmişte bir yerde bırakmak tercihindeyse, diğeri kendini alıp bugüne getiremez; bakılmayan şey gösterilemez, dinlenmeyen şey duyurulamaz, geçilmiş şey getirilemez geriye.
vazgeçebiliyorsan, unutabiliyorsun demektir; ben sadece var olurum, kendimi yeniden hatırlatamam. geçmişle gelecek arasında gerilmiş ipin bu anı incelmekteyse, ben o incelen yere düğüm olmam, zira yamalı hiçbir şeyin sağlamlığına inanmam.

21 Kasım 2008 Cuma

Oku, Hissederek Anla

okuldan geldim, biraz temizlik yaptım, sonra da yürüyüşe çıkayım dedim. bugün hava açıktı, sadece rüzgarlı oluşuydu can sıkan. neyse... giyindim enem konam kardanadamvari, nasıl yürüycem ben böyle peki diye de düşündüm aslında evden çıkarayak. çıktığımda, ben evdeyken rüzgarın ciddi şekilde şiddetlenmiş olduğunu farkettim. eve çıktığım gibi geri mi dönsem diye düşünürken kafamı kaldırdım, gökyüzünü gördüm; tanrı ağzını açmış gibiydi adeta. "in aşağıya, aptal olma, böyle bir güzellik kaçmaz." dedim; son zamanlardaki en isabetli kararlarımdan birini vermişim. aşağıya inerken pek bir şey anlamamış olsam da, sahile vardığımda dehşet içinde kaldım, muhteşem bir manzarayla karşı karşıyaydım beni çocukluğuma götüren; seferdeyken, lumbozun pervazına oturur, kafamı dışarıya çıkarır, saatlerce denize ve gökyüzüne ve ufka bakardım; bu kadar dehşet verici güzellikte manzaralarla sadece açık denizlerde karşılaşmıştım. akşam üzeri saat 5 sularıydı, gökyüzü parça parça koyu gri bulutlarla kaplanmıştı, aralardaki boşlukları da sarı-turuncu bir renk kaplıyordu. güneş yavaş yavaş batmaktaydı ufuktan; ufuk çizgisiyle bulutlar arasıysa cennete mi yoksa cehenneme mi açılan kapıydı? koyu gri bulutların hemen altında nar çiçeği bir şerit, bir altı kızılcık, daha altı az sütlü bir kahve, onun altı turunç, en altta limon, böyle güçlü renklerden oluşan tabloya seyirci olabilme şansı şamda kayısı ve geri kalan her şey için master card :).
deniz ise bir başka alemdi; dalgalar karaya yaklaştıkça büyüyorlar, tam kıyıya çarpmazdan evvel hani ya bismillah dermişçesine, son bir nefes alır gibi ivme kazanıyorlar, sonra da tüm güçleriyle sahile, sahil olmayan yerlerde ise kayalara çarpıyorlardı, o koca koca kütleleri aşıyorlardı; dalgalar denizden taşıyorlardı veya belki de kaçıyorlardı. yürürken yüzümü yalıyordu ara ara dalgaların çarptıkları yerlerden dağılıp, milyarlara bölünerek rüzgara kapılan parçaları; sanki buharlaşmaksızın gökyüzüne karışmak istiyorlardı, belki de koşulan şartlardan onlar da sıkılmışlardı. ıslanıyordum, rüzgar beni tartaklayıp duruyordu; hayaletli bir hayalet şehrin sokaklarında yürüyormuşum da yaşayanlarınca kuşatılmışım gibi, sanki varlığımdan rahatsız ve onları göremeyişimle rahat, beni çekiştirip itekleyip duruyorlardı. gökyüzünde ise dev ruhlar süzülüyordu; bulutlar ölmüş ya da doğmamış tüm ruhlardan oluşuyor gibiydi, ya turluyorlardı öylesine yukarıda, ya da iç içe geçmiş gruplar halinde ayrı ayrı yerlere doğru yol alıyorlardı. yüzlerce martı vardı; koyu gri ve turuncuların altında, durmaksızın dönüp duran küçük siyah gölgeler... zıvanadan çıkmış dalgaları ve onların bembeyaz köpükleriyle çalkalanan lacivert deniz, koyu gri bulutları ve güneşin gitgide zayıflayan turuncu ışınlarıyla gök, çılgınca esen rüzgarlar, huzursuz ve telaşlı, gökte çığlık çığlığa volta atan martılarla, kendini kara bir tül perdenin ardından çekinerek, belli belirsiz göz kırparak gösteren utangaç bir kız gibi şimal yıldızıyla kendimi bir Aivazovski tablosunun içinde duruyormuşum gibi hissettim.
kıyamet böyle kopacaksa haydi şimdi kopuversin diye düşünüyor insan, eğer gerçekten bu kadar güzel olacaksa... ruhumun bedenime dar geldiğini hissettim; gördüklerim öylesine büyük bir coşkuyu zerk etti içime. belki de insanın içinde var olanı dışarı çıkarıyor, onu farketmesini sağlıyor doğa; onun bir parçası olduğunu duyumsatıyor sana. metafora meyilliyim belki, anlamlar yüklemeyi çok severim evet ama, dalgaların kıyılarla savaşı örneğin; yorulmadan, tekrar tekrar deniyor, birincide veya ikincide veya daha sonrakincilerde değil belki, ancak birinde mutlaka aşıyor o dalgakıranı ve başarısını köpükleriyle, konfetiler yağdırır gibi kutluyor. insan kendini tanrı gibi, tanrıyı kendi gibi duyumsuyor böyle anlara şahitlik ederken; isterse yaratan, besleyip büyüten, bazen tahrip ve çokça da yok eden... kainattaki bir başka kapı açılmış olabilir miydi acaba? hani paralel evren falan diyorlar ya... gerçi o da başka bir dünya değildi sanki, yaşantımızın diğer anlarıydı; tüm hayatımızı parçalar halinde ayrı ayrı ama aynı anda yaşıyorduk yani, zaman ardışık akmıyordu aslında da, üst üste biniyordu; ne binmesi, üst üsteydi, dikey bir çizgiydi zaman denen şey. herneyse... farklı elementler de olsalar, bileşenleri farklı da olsa, tabiatları benzemese de öyle muhteşem bir ahenk içinde hareket ediyorlardı ki, kendimi o ahengin içine bırakasım geldi; şayet bir kapı vardıysa o kapıdan geçmek, yoktuysa da o dalgalara kendimi bırakmak, o güzelliğin bir parçası olmak istedim. boğulma tehlikesi de geçirdim aslında geçmişte, insan o an doğanın ahengine katılıyormuş gibi hissetmiyor kendini gerçi ama :).
bir yön var, hiçbirinin tekelinde olmayan, hepsinin birtakım etkileriyle oluşan, ve o yön doğrultusunda hareket ediyor hepsi. birbirlerini azaltıyorlar belki ama yok etmiyorlar ve en önemlisi de, kendilerini bir şekilde yeniden çoğaltmayı biliyorlar. insanlar gibi değil mi bir parça? eskiden her şey basitken insanlar daha mutluydu, tıpkı doğanın da insanların ona bu kadar zarar verme gücü yokken olduğu gibi. şimdi her şey o kadar karmaşık ki topluca acı çekiyoruz, ama bu acı insanı kendini yeniden yaratmaya, var olanı yıkıp ya da değiştirip yeni bir düzen oluşturmaya, kısacası insanın kendini çoğaltabilmeyi öğrenmesine götüren yoldur zannımca; hem indigo çocukları olarak görevimiz de bu değil mi? :).
evrenin alt kümesinin alt kümesindeyiz biz insanlar, onun içinde ve ondan bağımsız değil. hatta evrenin küçük bir modeli bile denilebiliriz, ya da dünya evrenin, insan dünyanın küçük bir modeli olabilir. olanlar hep aynı çünkü; itme ya da çekme, çarpışma, patlama ve kalanlardan yeni bir oluşum ortaya çıkarma. havaya, suya, toprağa bak: biriktirirlerse mutlaka patlarlar, yönlerine katılacak yoldaş bulurlarsa, onunla birlikte ahenk içinde yaşarlar, yönlerine engel teşkil edeni de ya es geçer ya aşar ya da onunla göğüs göğüse çarpışırlar. insan böyle şeyleri düşünmeye başladığı zaman, içindeki engellenemez enerjinin farkına varıyor. bu kendini bir şey sanmak gibi değil ama; "ne için?" diye soruyorsun, yönteminin çıkmaz sokakların sonundaki duvarlara tekrar tekrar toslamak olduğunu görüyorsun ve kendine mantıklı açıklamalar olarak sunduğun her şey bir anda dünyanın en boş bahaneleriymiş gibi görünüyor sana.
into the wild diye bir festival filmi izlemiştim, yaşanmış bir hikayeydi; eğitim hayatında oldukça parlak bir gelecek vadeden genç, her şeyi bırakıp hiçbir şeysiz alaska taraflarına doğru yolculuğa çıkıyordu tek başına. amacı kim olduğunu keşfetmek, mevcut düzene boyun eğmek istemeyen tipik bir asi genç arzusu hepimizde biraz olan. alaskaya gidip ormanın içinde terk edilmiş bir otobüste birkaç yıl yaşıyordu, her ihtiyacını doğadan kendi bilgi ve becerisiyle sağlayarak. sonunda açıktan ve soğuktan öldü o otobüsün içinde, ölmeden önce günlüğüne şunları yazarak: "dünyanın bu bir ucuna, kim olduğumu anlamak için geldim; doğada yapayalnız kaldığımda en yalın gerçeği bulabileceğimi sanıyordum; bir sürü şey yaşadım, defterler dolusu günlük yazdım ve şimdi ölmekteyken anlıyorum ki: yanımda yaşadıklarımı paylaşabileceğim herhangi bir kimse olmadan ben hiçbir şeyim!". eh, insan sosyal bir hayvandı değil mi? işte yukarıda bahsettiğim manzaranın muhteşemliğine tanıklık ederken, coşkunluğumu paylaşmak için benim de içimden sevdiğimi aramak geldi. kendime sunduğum özde yapmacık, sözde geçerli açıklamalarım hükümlerini yitirmiş gibilerdi, ama ayaklarım asfalt yürüyüş yoluna basmaktaydı o anda ve arkamdaki sahil yolundan arabalar hızla geçip gidiyorlardı; bir yanım suni gerçekliğimle ya da gerçek suniliğimle hala bağlantıdaydı.
ne vardı yani bir telefon açıp gördüklerini anlatmakta? yapacağım veya yapmayacağım şeyler bir fark yaratmayacaktır belki de, birtakım etkileri olacaksa da. kaybetmek denen şeyin varlığına inancım yok. ismimle müsemma ölümsüz ve ebediyim; varım ve olacağım ve içen içe inandığım bu olabilir. bir yön var ve ben de o yöne gitmek durumundayım. açık algılara duyarlı duyargalarımla; hiç kesintiye uğramayan bir sohbetin ve/veya birlikte yalnızca susabilmenin ve/veya bir bakışla anlaşabilmenin ahengine sevdalılardanım. kim değil?

I'm at the line - I see it all
I am Nauticus now
And so much more
I am all you know
I'm at the line - just at the line
An eternity at the blink of an eye
In this place called time
I'm everything
Everywhere
I am all
Omni"BE"
I feel every mountain
I hear every tree
I know every ocean
I taste every sea (...)
I see every spring arrive
I see every summer thrive
I see every autumn keep
I see every winter sleep (...)
For I am every forest
I am every tree
I am everything
I am you and me
I am every ocean
I am every sea
I am all the breathing "BE"

19 Kasım 2008 Çarşamba

L'Obscur Ennemi

haydi neşelenelim biraz yahu! arkadaşlarımı endişelendiriyormuşum son birkaç zamandır. okuladakilerden de "neler oloor kuzum? bu ne hal? suratsız n'aber?" vb. cümleler duyuyorum. eh diyemem ki pür neşe bir insan idim de bir anda mahkeme duvarı suratlı oldum; kendimi bildim bileli suratsız bir insanım, ama demek ki son zamanlarda daha farklı bir ifade yer bulmakta yüzümde. eskiden iki insan gördüm kendimi sıyırıyordum buhranımdan, neşeleniyordum; şimdi olamaz oldum öyle. vazgeçmekte olduğumu duyumsuyorum; böyle içimde bir parçalanma, parçaların parça parça içimden boşalması, içsiz kalmak, içsiz olmak gibi; var olan her şeyin tükendiğini hissediyorum. üzerinde durmamak lazım pek, durunca daha da sarpa sarıyor zira.
neşeleneceğiz iyi hoş da, nasıl yapacağız o işi? umutla? güzel, güneşli günler göreceğiz telkinleriyle mi? iyi hoş da ben sadece gülebiliyorum bunlara, başka da bir işime yaramıyorlar. neyse...
en iyisi akışınarakmak, zamanı tüketerek. iyi değilim, ama sadece şimdilik, o nedenle siz beni iyi bilin, bırakınız kendi kendime kendime geleyim.


L'Ennemi

Ma jeunesse ne fut qu'un ténébreux orage,
Traversé çà et par de brillants soleils;
Le tonnerre et la pluie ont fait un tel ravage,
Qu'il reste en mon jardin bien peu de fruits vermeils.

Voilà que j'ai touché l'automne des idées,
Et qu'il faut employer la pelle et les râteaux
Pour rassembler à neuf les terres inondées,
l'eau creuse des trous grands comme des tombeaux.

Et qui sait si les fleurs nouvelles que je rêve
Trouveront dans ce sol lavé comme une grève
Le mystique aliment qui ferait leur vigueur?

— Ô douleur! ô douleur! Le Temps mange la vie,
Et l'obscur Ennemi qui nous ronge le coeur
Du sang que nous perdons croît et se fortifie!


Charles Baudelaire

16 Kasım 2008 Pazar

I Sing The Song Because I Love The Man

dünyanın en tatlı ılık rüzgarıydı ruhumu yalayıp geçen
tekrar yakalarım diye koştum peşinden
heyhat rüzgar benden ılık, rüzgar benden hızlı
dünyanın en tatlı tesadüfüydü hayatıma dokunup kaçan
tekrar denk gelirim diye koştum peşinden
heyhat zaman benden bağımsız, zaman da benden hızlı
seni bulduğum, seni bıraktığım tüm o yerler hep buralarda
gözlerim de dolsa, ayaklarım beni oralara götürmekte diretiyor
belli ki yüreğim seni o yerlerde bulmayı diliyor
hırçındım sen gözlerime bakmadan evvel
ağzından çıkan her sözcükle, parça parça uçup gitti içimdeki kızgınlık
her ne söylediysen, her biri bir kere saçlarımı okşar gibiydi
ve zırhım böylece yavaş yavaş delindi
sesini her duyuşumda boğazım düğümlendi
her bakışında ellerim titredi
her güldüğünde kalbim delice "ben buradayım!" dedi
bense öylece durdum hiçbir şey olmuyormuş gibi
hata denemez, yalan değil
ama işte sen de biliyorsun; nam-ı diğer 'öyle olması gerekliliği'...
denedim, deniyorum
setler çektim, duvarlar ördüm
yine de engelleyemiyorum
durmadan sana akıyorum,
akıyorum, akıyorum...
o duygu mu özlemini çektiğim, yoksa sadece sen misin
farkınız varsa lütfen bana da söyler misin
ağlayamıyorum başkasının yanında
yüreğim sadece seninle akıtmak istiyor içinde ne var ne yoksa
bunun ismini koyamıyorum
gerçi bir isim de aramıyorum
doğru değil belki, ama ayıp da değil bunları söylemek
galiba sebep, iyiliğine inanmak ve buna güvenmek.
üzülmeye de korkmaya da gerek yok
sadece olması gerekeni yapacak, ardından yaşayacağım 'gibi' yaparak
buna alışkınım ve biliyorum ki içimde yitip gidenlerin tek tesellisi,
bir zaman sonra o yolun sonunun doğruya çıkışı olacak.
esen rüzgarlar soğudu ve sıcak sesini ulaştırmaz oldular
suçlu yok
biliyorum, aslında sen de seslenmiyorsun şimdilerde bana
ruhuma saldığın sükunet, hayatıma getirdiğin neşe, saf mutluluk anlarıydı önemi sanırım
ve bunları bana verişindeki tatlılık, verdiklerinin ayırdında olmayışındaki doğallıktı anlamı
bu yoğunluğu anlamlandıramadığın için belki inanmıyorsun
çünkü haklı olarak olan bitenin bana etkisini idrak edemiyorsun
kendimle ilgili bulmaya anlatamayacağım kadar çok ihtiyaç duyduğum bir cevap vardı
sen ise onu bana hayal bile etmemiş olduğum bir incelikle verdin
şimdi üzerine bir de seni dilemek haddimi fersah fersah aşmak olacak
seni gördüğümden beri her şeye -kendime bile- daha güzel bakıyorum
en önemlisi de güzel baktığımı söylemekten artık utanmıyorum
aynı çölde aynı serap sanrısını yaşadık ikimiz
ve şimdi kendi vahalarımızın farklı sularında serinlemeliyiz
söylemiş olduklarının tümüne katılıyorum
biz olamayız, öyleyse başkaları olacak
bense içimin bunları ne duymayı ne de söyleyebilmeyi kaldırabileceğini sanmıyorum
bu yüzden de olduğu kadarını yüklenip götürüyorum
kendime kanaatkarlığı öğretebilmiş olmama seviniyorum diğer yandan
yaşananlara az değil mucize gözüyle baksam da.
sana ulaşmak, kendimle olan savaşımın bir adımıydı
ve talihsiz tarihimin tekerrürüne güvenerek uzandım sana
ama sen beni şaşırttın
durduk yere seni olursuz sevgime bulaştırdım
bu korkunç düşüncesizliğim için lütfen bana kızma
iyi dileklerimin en iyileri hep seninle ve bütün dünya senin olsun
bana yalnızca tek bir deniz bırak
deniz bendir yahut ben denizimdir
bil ki gözyaşlarımı en azından bir denize akıtamazsam sevgim asla kurumayacak

başarabilir miyim dersin
sana bir fasikül dolusu söz vermiştim
denediğimi biliyorsun
tutamıyorsam bu kimsenin hatası değil
bana yalancı demezsin bilirim
seni ne üzmeyi ne kaybetmeyi hiç istemedim
havada kalmış tüm bu sözlerim için dilerim beni affedersin
dünya dönüyor durmadan
mani olamıyoruz
o en güzel anlarda donup kalamıyoruz
çünkü rüzgar esmeli
zaman geçmeli
sen gitmelisin
ben soğumalı
ve tüm bunlara rağmen, sırf seni karşıma çıkardığı için kaderime lanet olmamalı
gün geçtikçe hırçınlaşmaya başladım yine
yakınlarda bir zamanda sana da yönelmesinden korkuyorum
kurtuluşumu sana yüklemek,

sorumlu olmadığın bir durumdan ötürü seni suçlar hale gelmek istemiyorum
uzak da dursan yanıbaşımda oldun
hep iyi dileklerini yolladın bana
gariptir şu an söylediğim her lafıma iliştirecek bir de gözyaşım var
halbuki mutluluk ve minnetarlıkla kurduğum cümleler bunlar
"içinde sevgi olmayan her şey çok kolay sonuçta." demiştin bana
öyleyse bu kadar zor gelişinde şaşacak ne var
şimdi saçlarını düzelt benim için son kez
bana iyi geldin, benim için iyi git lütfen
ve hoşçakal olur mu

hep böyle kal...

13 Kasım 2008 Perşembe

Bir Anlık Çemkiriverme

madalyonların pasparlak ve kokuşmuş karanlık yüzleri
öğrenilmiş davranış kalıpları
düş gücüyle yazılmış senaryolar ışığında kurgulanmış aşk filmleri
çıplak gerçeklerle çevrili hayatında, film artistiymişçesine yaşama çabası
tutmaz, tutturulamaz beklentiler;
öğrenilmiş davranış kalıpları, beyinde yer etmiş film sahneleri ve yürekten gelen seslerin ışığında .
biri bilgidir, biri istektir, biri de his
madde ve mana hangi aynı anda, ne zaman denk düşürebilindi
ha bir de içgüdüler, dürtüler, hormonlar ve evrenin gizil etkileri var bünyede
bir keşmekeştir ki sorma gitsin
onu çıkar, bunu bastır, şunu ekle, diğerini göster
olmaz oğlu olmaz arkadaş
öylece yaşayıp gidersin
buna da yaşamak mı denir denmez
zira işte buna yaşamak denir
bal gibi hem de
tadına bir türlü tam varamayarak
bu sebeple de bir türlü doyamayarak