"This is where the one who knows, meets the one who doesn't care..."

3 Aralık 2009 Perşembe

MeltingPot

sitemi sevmiyorum ben hiç; biri bana sitem ettiğinde ona tokat atasım geliyor, etmeyi ise fazla edilgen buluyorum.

içimden canavar çıktı dün; yağan yağmurla kavgaya tutuştum. yağmura çok sinirlendim beni gırtlağıma kadar ıslattığı için, sokakta ağlamaya başladım aniden. (hiç sevmem, çok saçma.)

insanların anlamamasını anlamıyorum; diretmek nedir ya? neden diretilir?

neredeyse tanıdığım herkes sisteme düşman ama iş arıyor (ben de dahil); ey yükselen yeni nesil! olarak hani gelecek bizimdi? pasif direnişte miyiz evlerimizde acaba bilinçsizce? olmaz gibi ama böyle de.

kafamda bir blog açtım galiba ben; sürekli herhangi şeylerden deneme kıvamında yazı yazıyorum kafamda, ama otomatik kaydetmiyor ve bunun sıkıntısını çekiyorum çok, zira bazen hoşuma gidiyor düşünerek ulaştığım yerler. ve akabinde hepsini unutmuş, başladığım noktaya geri dönmüş buluyorum kendimi. ulaşmışsam kendime katmışımdır bir şekilde tüm o vardığım yerleri -hatırlamasam da-. öyle değil mi?

bir yol ayrımına hiç denk gelmeksizin, dümdüzce uzaklaşıp kopmak bir şeylerden ne kadar da hafifletici. kavga ve gürültüsüz, kendiliğinden bitmesi o şeylerin, veyahut yitmesi demek belki daha yerinde. bu belki yeterince değerli olmayan şeyler için geçerli şöyle bir düşününce, ama sanırım çokça benim yapımla alakalı. her şeyin faniliğine pek fazla inanmak, karar ve sonuçlarından korkmasam da seçim yapmak durumunda kalmaktan hoşlanmamak kaynaklı.

evrenin zamanlamasına yeniden hayran kaldım geçenlerde. yıllardır şahsıma tekme tokat dayak atmakta olan hayat, kaşla göz arasında bana bir çiçek uzattı. bunu da öyle bir zerafetle yaptı ki elimde çiçekle alık alık bakakaldım. zerafet kısmı takdire şayandı ama; iki ileri bir geri kıvamında, burundan getire getire ve elde ettiklerinin kıymetini bilmeyi öğreterek, tatlı-sert diye tabir ettiğimiz bir stilde tutuşturuverdi çiçeğini elime. bir zen atasözünü quantum felsefesiyle birleştirip, o zamanki kaotik şartlarıma ve izole yaşantıma muazzam bir şekilde adapte etmiş, yalnızca inanarak evreni organize etmiş olabilir miyim gerçekten?

"Hiçbir şey yapmadan sessizce otur; ilkbahar gelir ve ot kendiliğinden büyür."

çiçeğin uçuşkan ve taze bir kokusu var, kırları anımsatan ama yabani olmayan. hep bu çiçekten konuşasım var ama betimlersem benim gözümden betimlenmiş olacak sadece, oysa orada, durduğu o yerde benim algımla sınırlanmışlığından çok daha güzel, hiçbir şeyle sınırlanmamış tüm diğer şeylerin kendi gerçeklikleri içinde oldukları gibi...

güzellik ne güzel şey ve onu farketmek ne coşkun bir his. takdir etmesi çok zor ama; onu anlatmak isterken kelimelerin yetersizliğinin acısını duymak, ona sahip olmak dürtüsüne karşı koymak ve onu rahat bırakmak. ama mesela Antoine de Saint Exupéry Küçük Prens kitabında konuya bir de şöyle değinmiştir:


"..güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi Küçük Prens güllere. kimse sizin için canını vermez. buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığım birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur. çünkü benim gülümdür o.."

...


"unutma, dedi tilki, gülün için harcadığın zamandır gülünü bu kadar önemli yapan. - gülüm için harcadığım zaman... dedi küçük prens, hatırlamak için..."



kafam karıştı şimdi. yine kişinin davranışlarında elzemliğine en inandığım kelimelerden birinin vehameti ortaya çıkıyor sanırım bu noktada: Ölçülülük!

ve dikkat etmem gereken bir oluşması muhtemel: acele işe şeytanın müdahalesi.

go home şeytan ya; ben rahatlıktan, samimiyetten ve umarsız neşeden yanayım. az işime karışmazsan...

hepsinin dengesini tutturmak lazım işte. al sana bir diğer mühim şey: mühimmat (serbest çağrışım).

-
konsantrasyonum bozuldu.
-

çorba ettim yine her şeyi, ama ben anladım tümünü sonuçta, bu da yeterince yeterli.

Hiç yorum yok: